All Stories

Sahipsiz ve ‘temsilci atayamayan’ bir sosyal ağ: Mastodon

Sosyal ağ sağlayıcı’ ifadesi Türk mevzuatına girerken, sosyal platform kullanım pratiklerimizi değiştirerek orta ve uzun vadede internetin bir kısmını geri almak mümkün olabilir Barış Altıntaş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının sosyal medya platformlarında daha etkin sansür uygulama isteği üzerine geliştirilen dokuz maddelik yeni bir kanun teklifi TBMM Genel Kurulunda kabul edildi. Sosyal ağ şirketlerine ülke topraklarında temsilci bulundurma şartı getiren yasa, bu ağlarda yazılan çizilen “uygunsuz” (yasada tanımlandığı şekliyle “hukuka aykırı”) içeriklerin kaldırılmasını da öngörüyor. Türkiye’de bu yasaya gerek yoktu, ancak yasa kuşkusuz var olan ağır sansürü uygulayıcıları açısından kolaylaştırıyor. Sosyal medya platformları bulundukları tüm ülkelerde pazarlarını kaybetmemek adına hükümetlerle kullanıcıların kişisel verileri pahasına uzlaşırken, sosyal medya ağlarına dönük düzenleme kendine saygısı olan tüm kullanıcıların “gayri merkezi interneti” destekleyen pratiklere yönelmesini zaruri kılıyor. İnternette, iktidarı kullanıcılara yeniden dağıtmak, sansüre karşı direniş göstermek ve hizmet alınan yapıların sahiplik yapısının “kolektif” olmasını sağlamak olarak tanımlayabileceğimiz “gayri merkezi internet” fikri, Türkiye’de sosyal medya ve diğer hizmetlere yönelik düzenlemeler olsun olmasın, halihazırda internette kullandığımız bütün servislerin (örneğin Google, Amazon, Facebook Inc. ve ekürileri) bizi hapsettiği ekosistemden kurtulmamız için son yıllarda üzerinde düşünülen bir cevap. Bu görüşe göre dünyanın birçok yerinde farklı bilgisayarlarda çalışan bitcoin gibi kripto para birimleri veya buna benzer bir yapıda işleyen blockchain adı verilen veri depoları sağlam ve güvenli altyapı için merkezi bir otoriteye gerek olmadığını açıkça ispatlıyor. İnterneti icat eden adam dahi sıkıştığımız merkezi yapılardan oldukça rahatsız ve gayri merkezi pratiklerin yollarını arıyor. Göç zamanı Gayri merkezi internet yapıları emekleme çağında ve bu tür pratiklere geçiş elbette bir app yükleyip hayata devam etmek kolaylığında değil. Ancak ülkemizde sosyal medya platformlarına getirilen yasaklar da göz önünde bulundurulunca, sayıları gittikçe artan gayri merkezi ağ yapılarından biri olan Mastodon’a göç etmek bu yönde atılabilecek bir ilk adım olabilir.  2016 yılında kurulmuş olan Mastodon, ilk bakışta Twitter’ı andırıyor. Kullanıcılar, “tweet” yerine “toot” adı verilen ve 500 karakter yazma imkanı veren mesajlar paylaşabiliyor. (Gayri-merkezi internet projelerinin çoğu, Big Tech’in ürettiği ürün ve hizmetlerin alternatifi olarak şekilleniyor). Mastodon sunucularında diğer kullanıcıları takip etmek ve özel mesajlar atmak da mümkün. Ancak popüler olarak kullanılan platformlardan farklı olarak, Mastodon bir şirketin sağladığı tekil bir site değil. Açık kaynak ActivityPub protokolü üzerine kurulmuş bir yazılım platformu, yani kendinize ait bir sosyal medya sitesi barındırmanın bir yöntemi. Yalnız cenette de sıkıntı yaşanabilir Birbirinden bağımsız bu Mastodon sunucularına “instance” adı veriliyor. Ancak Mastodon, “Federal bir evren” olarak tanımlayabileceğimiz Fediverse yapılanmasıyla farklı instance’lardaki kullanıcıların birbiriyle etkileşime girmesine olanak sağlıyor. Bunun temel amacı Mastodon kullanıcılarının kendilerini büyük bir topluluğun parçası gibi hissetmesi. Ancak bu ilişkilenme olanağı, Mastodon’un kuruluş amacı olan ırkçı, homofobik ve nefret söylemine yer vermeme ilkesini tehdit ediyor. “Nefret söylemi olmayan Twitter” tanımı Mastodon’un en güçlü avantajlarından biriydi, ancak 2019 yılında aşırı sağcı Gab sosyal ağı Mastodon’a göç ettiğinde, bu fayda büyük oranda ortadan kalktı. Çünkü Gab her ne kadar Mastodon’un kuruluş amacına aykırı ise de, Mastodon’un sahibi olmadığı için, içerik çıkarmak veya toot’ları “ülke bazlı engellemek” mümkün olamıyor. Ancak bunun bir sınırı var: bir instance’taki yöneticiler başka bir sunucudaki kullanıcıları veya tümüyle o sunucuyu engelleme yetkisine sahip. Bu sayede, o sunucudaki mesajlaşma ve yazışmalar diğerleri tarafından görülemiyor. Gab, büyük bir şekilde bu yolla izole edilmiş oluyor, bu nedenle bir Mastodon sunucusuna üye olursanız, büyük olasılıkla bu tür grupların toot’larıyla karşılaşmayacaksınız. Bugün Mastodon kullanıcılarının oluşturduğu binlerce site bulunuyor. Bunların bazıları genel içeriğe yönelikken bazıları da (örneğin seks işçileri instance’ı Switter.at gibi) spesifik konular üzerinden kurulmuş. Bu sayede Mastodon Facebook veya Twitter gibi ağlarda yasaklanacak birçok topluluğa ev sahipliği yapabiliyor. Türkiyeli kullanıcı için anlamı Federal yapıda ağların birleşiminin en önemli avantajı, özellikle bizim ülkemizdeki kullanıcıların durumunda, elbette iktidardan gelen sansürden kurtulmak. Merkezi bir yapı olmadığı için örneğin, “bana temsilci ata ve verileri buraya getir” diyebileceğiniz ve tüm veriyi tek bir noktada tutan bir muhatap bulamıyorsunuz. Mastodon’un parçası olan herhangi bir instance’ın barındırıldığı bir ülkede sizin hükümetinizin “suç” dediği eylem suç sayılmıyorsa, yapacak fazla bir şey kalmıyor. Federe yapısı sayesinde diğer ağlar gibi “kapatma” şansı bulunmuyor. Mastodon sunucuları -- Gab örneğinde olduğu gibi -- izole edilebilir, ama teknik anlamda erişime engellenemez veya “kapatılamazlar.”. Twitter’a kıyasla sansür karşıtı avantajlarının yanı sıra reklamsız olması, karakter sınırının daha uzun olması gibi faydaları da var. Sonraki adım Bir sonraki adım hemen Big Tech firmalarına ait hesaplarınızı kapatıp gayri merkezi internete yönelmek değil elbette. Ancak ilk etapta https://joinmastodon.org/ adresinden Mastodon’da başka kişiler tarafından oluşturulmuş ve kafanıza uyan bir sunucuya katılmayı düşünebilirsiniz. Eğer, ortaklaşa yaşadığınız, çalıştığınız veya sadece birlikte olmaktan keyif aldığınız insanlar varsa, “benim server’ım benim kurallarım” mantığıyla kendi instance’ınızı da kurabilirsiniz. Örneğin, Türkiye’de gazeteciler, sivil toplum çalışanları ve internet aktivistleri, kendi bağımsız sosyal medya ağlarına taşınabilir. Mastodon açık kaynak olduğu için herkesin kendi sosyal medya sitesini kurma imkanı var.

Sosyal Medya Düzenlemesi: Yasanın çerçevesi dar çizilmeli

Banu Tuna
AKP iktidarının sosyal medya ile sınavı yeni değil. Dönemin Devlet Bakanı ve Başmüzakerecisi Egemen Bağış, Ocak 2011’de katıldığı bir toplantıda Twitter’ın bireysel bir sosyal mecra olduğunu, orada yazılan şeylerin o bireyin dışında kimseyi bağlamaması gerektiğini söylüyordu. Hatta eski Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’ten naklen, ülkeye bir de ünlü söz kazandırmıştı: “Bu Twitter cıvıtır.” 2013 yılının Mayıs ayında patlayan Gezi İsyanı, hükümetin sosyal medyaya yönelik tavrında kökten değişimlere neden oldu. Son 7 yılda sosyal medya paylaşımları nedeniyle binlerce kişi hakkında yasal işlem başlatıldı. Bugün, o dönem yaptığı Twitter paylaşımlarından dolayı hakkında hâlâ soruşturma açılanlar var. Gezi’nin ardından WhatsApp, Twitter ve Facebook gibi platformlara zaman zaman geçici kısıtlamalar getirildi, Mart 2014’te YouTube’a birkaç ay süren bir erişim yasağı getirildi. Aralık 2016’da Yeni Şafak gazetesi, “Sosyal medyada teröre destek verenler nasıl ihbar edilir?” başlıklı bir haber yayımladı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Aralık 2018'de, internette suç içeriklerinin araştırılması amacıyla 7/24 esasına göre çalışan sanal devriyeler oluşturduklarını açıkladı.  Facebook’un şeffaflık raporuna göre Temmuz 2013 - Aralık 2019 arasında Türkiye hükümeti, 24 bin 55 içeriğin kaldırılmasını talep etti. Ocak - Mart 2020 döneminde YouTube’dan kaldırılan 142 bin 315 video ile Türkiye, küresel listede onuncu sırada. Ocak - Haziran 2019 döneminde ise Türkiye, Twitter’dan 350 hesap hakkında bilgi, 6073 paylaşım hakkında yayından kaldırma talep etti. Zaman zaman konuşulan sosyal medya ağlarına yasal düzenleme, şimdi yine gündemde. Nisan 2020’de, koronavirüsle mücadele kapsamındaki yeni yasal düzenleme paketine sosyal medya ağları da dahil edildi. Tüm sosyal ağlar, 5651 sayılı kanun kapsamına alınmak istendi. Muhalefetten yükselen itirazlar neticesinde daha sonra sosyal medya torbadan çıkarıldı. Derken Cumhurbaşkanı Erdoğan, 26 Haziran 2020’de gençlerle YouTube üzerinden bir buluşma gerçekleştirdi. Burada yaptığı konuşmada, “Sosyal medyadan nefret etsek böylesine yaygın ve etkin şekilde kullanmazdık… Günümüz dünyasında dijital platformların, sosyal medyanın asla ihmal edilemeyecek derecede önemli mecra olduğunu biliyoruz,” dedi. Ancak buluşma 423 bin ‘dislike’ aldı ve ‘OyMoyYok’ etiketi Twitter’da Türkiye Trending Topic listesine girdi. Hemen ardından, sosyal medyada Erdoğan’ın yeni doğum yapan kızı Esra Albayrak’a yönelik hakaret içerikli paylaşımlar gündeme geldi. Erdoğan, ekranlarda şöyle derken duyuldu: “Niçin YouTube, Twitter, Netflix gibi sosyal medyalara karşı olduğumuzu anlıyor musunuz? Bu ahlaksızlıkları ortadan kaldırmak için. Bunlar ahlak sahibi değil. Bu mecraların bir düzene sokulması şarttır. Bu millete, bu ülkeye bu tür mecralar yakışmıyor. Biz bunları parlamentomuza getirip, bu tür sosyal medya mecralarının kaldırılmasını, kontrol edilmesini istiyoruz. Erişim engeli, adli ve mali yaptırımları devreye sokacağız. Türkiye muz cumhuriyeti değildir. Yasama dönemi bitmeden bu meseleyi halletmeyi ümit ediyorum.” O günden beri hemen her gün, sosyal medya düzenlemesiyle ilgili bir habere rastlıyoruz. Önce hükümet tarafından, sosyal medyanın kaldırılmasının söz konusu olmadığı açıklandı. Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu, yasa üzerinde iki yıldır çalışıldığını söyledi. Önce düzenlemeye temel oluşturmak için Fransa ve ABD modelleri üzerinde çalışıldığı duyuldu, bugün Almanya modelinden bahsediliyor. Örnek alınacak modellerde hep Batı ülkelerinin adı geçiyor ancak Türkiye uzun zamandır, sosyal medyaya katı düzenleme ve yasaklar getiren Rusya ve Çin ile aynı sıklette. Kaldı ki Merkel de Almanya’da ifade özgürlüğüyle ilgili eleştirilere hedef oluyor. Bu alanda çalışan iki isme; Etik Gazetecilik Ağı kurucusu İngiliz gazeteci Aidan White ile Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Akademi yöneticisi ve iletişim akademisyeni Orhan Şener’e sosyal medyanın yasayla düzenlenip düzenlenmeyeceğini, bu tür düzenlemelerin yurt dışındaki örneklerini ve mevcut siyasi atmosferde böyle bir yasanın Türkiye’de ne gibi sorunlara yol açabileceğini sorduk.

Orhan Şener: Türkiye’de terör tanımının çok geniş olduğu uluslararası raporlarda yer alıyor

2013-2015’e kadar internet, demokrasi makinesi olarak tanımlanıyordu. Özellikle sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle, önce İran’da gerçekleşen 2008 seçimlerinde ‘Twitter devrimi’ lafları geçmeye başladı, Arap Baharı sürecinde ‘Facebook devrimi’ denmeye başlandı. Sanki sosyal medya öyle bir şeydi ki, bir toplumun üzerine atıyorsun, oraya demokrasi geliyor. Biz de Gezi sürecinde buna benzer bir deneyim yaşadık. Ancak bunun bu kadar basit olmadığı, bu görüşlerin indirgemeci olduğu ortaya çıktı. 2016’ya geldiğimizde ABD’de Donald Trump, Britanya’da Brexit sürecinin başını çeken siyasetçiler, bu sosyal mecraları manipülasyon için kullandılar. Bugün sosyal medya çok tehlikeli bir yer haline geldi; troller, linç kampanyaları, dezenformasyon var diyoruz. Sosyal medyayla ilgili tüm bu bahsettiklerimiz doğru. Gayri merkezi yapısı ve denetleme ile düzenlemenin zor olması bir yandan özgürlük ortamı yaratıyor diğer yandan birçok risk barındırıyor. Bu açıdan bakıldığında sosyal medya devletler veya uluslararası mekanizmalar nezdinde bir takım düzenlemelere tabi olabilir. Ama bu düzenleme hangi düzeyde olacak? Kişilik haklarının korunması, lincin yayılmasının, nefret suçlarının önüne geçmeye mi çalışıyoruz, yoksa ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı, muhalefeti susturacak önlemler mi alıyoruz? Mevcut yasalardaki suçlar sosyal medya için de geçerli ama anonim kalınabilmesi nedeniyle bu kişilerin kimlikleri belirlenemiyor şu anda. Düzenleme ile sosyal medya platformlarının bu isimleri, hesapları paylaşması bekleniyor. Şirketler genellikle adi suçlarla ilgili talepleri kabul edip, ifade özgürlüğü söz konusu olduğunda hesap sahiplerinin bilgilerini paylaşmıyorlar. Düzenleme geçerse ne istenirse paylaşmak zorunda olacaklar. Evet, sosyal medyada nefret suçları ve terör suçlarının özendirilmesi önlenmeli ama o kelimelerin içi nasıl dolduruluyor? Türkiye’nin terör tanımının çok geniş olduğu uluslararası bağımsız kuruluşların raporlarında da yer alıyor. Hükümet eleştirisi dahi terörden yargılanıyor bugün. Nefret suçundan anladığımız Almanya’da anlaşılan ile aynı değil. Örneğin İslamla ilgili fikir beyanları, halkın benimsediği değerlerin aşağılanması denip nefret suçu sayılıyor. Orhan Şener Türkiye gibi kapalı, katı, çok sesliliğe izin vermeyen, muhalefetin medyadan dışlandığı, merkez medyanın iktidar tarafından ele geçirildiği bir ülkede sosyal medyanın ifade özgürlüğüne ne kadar alan açtığı ortada. Britanya’dan, Almanya’dan, ABD’den örnekler veriliyor. Vergi, denetleme, hesap verilebilirlik ile ilgili tüm dünyada sosyal medyaya yönelik eleştiriler var ama bunun orada söylenmesiyle burada söylenmesi arasında fark var. Laboratuvar ortamında konuşmuyoruz. Türkiye’de bu düzenlemenin neden istendiği ortada. Bu bir niyet okuma filan da değil, 20 yıllık tecrübemiz bize bunu çok net şekilde gösteriyor. Aynı suçu işleyen iki kişi var; biri Cumhurbaşkanının kızına, diğeri muhalif politikacının eşine veya kadın gazeteciye yönelik hakaret ediyor. Biri tutuklanıyor, diğeri serbest kalıyor. Ondan sonra kalkıp ‘biz trolleri temizleyeceğiz’ dediğinizde gerçekçi olmuyor. Zaten kendinize ait olan bir yapıyı engellemek için ayrıca bir kanun çıkarmanıza gerek yok. Bu ifade özgürlüğüne karşı alınmış bir karar, baştan bu tepkinin net bir biçimde ortaya konması lazım.

Aidan White: Yasanın çerçevesi dar çizilmeli ve mevcut problemlerle orantılı olmalı 

Sosyal medya, kamusal konuşmanın mevcut yasal düzenlemesine tabi olmalı. Örneğin nefret dolu veya şiddeti kışkırtan yayın, suçtur. Kişileri iftiralara karşı koruyan yasalar vardır. Bunlar sosyal medyayı da kapsamalı. Konu dezenformasyon olduğunda, vatandaşların seçimlere özgürce katılımı gibi haklarını koruyan mevcut yasalara müdahale etmesi halinde sosyal medyanın düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bununla birlikte, çoğu durumda, sosyal ağ şirketleri tarafından yönetilen öz düzenleme biçimlerinin kullanılması gerektiğine inanıyorum. Ancak bu şirketler kullanıcıları nefret söyleminden, şiddet çığırtkanlığından koruyamadığında, yasalar sosyal medya sitelerini kötü amaçlı yayınları kaldırmaya zorlamak için kullanılmalı. Sosyal ağlar, tacizkâr içerikleri kaldırmak, azaltmak için yeterince kararlı davranmıyor çünkü bu durum iş modellerine müdahale ediyor. Tacizkâr iletişimi caydıran standartlara sahip olmalarına rağmen, platformlarında daha az viral aktiviteye yol açacaksa bu standartları uygulama konusunda isteksiz davranıyorlar. Teknoloji şirketlerini yönlendiren, toplumsal değerler veya ayrımcılık yasağı gibi insan hakları standartlarına saygı değil, kâr. İstismara tepki vermede ihmalkâr ve yavaş olmaları kaçınılmaz. Teknoloji şirketleri arasındaki sorumluluk eksikliği - özellikle de Mark Zuckerberg’in kontrol ettiği monarşik bir yönetim sistemine sahip olan Facebook’ta - hükümetlerin ve Avrupa Birliği'nin yasaları düzenlemeyi giderek daha fazla düşünmesinin bir nedeni. Vergilendirme, anti-tröst kuralları ve içerik hakkında hesap verebilirlik, yasaların gerekli olduğu alanlar. Aidan White Bazı ülkeler, Facebook'a karşı, ulusal düzeyde hesap verebilirlik kurallarını uygulamaya çalışıyor. İfade özgürlüğünün kısıtlanması endişelerine rağmen, bu sayede Almanya'da Facebook üzerinden nefret söyleminde ciddi bir azalma oldu. Fransa sosyal ağlara katı kurallar uygulamak için yasalar oluşturuyor. Avrupa Birliği ise daha geniş bir düzeyde harekete geçmeyi düşünüyor. Önümüzdeki yıllarda, daha sıkı kontrollerin uygulandığını görmemiz muhtemel. Ancak sosyal medyayı yasalarla düzenlemenin tehlikesi, başka hususlarda yatıyor. Örneğin hükümetlerin siyasi hedefleri gibi meseleler göz önüne alınarak yasaların dar bir çerçevede çizilmesi gerekir. Belirsiz ve genelleştirilmiş tanımların olduğu durumlar, hükümetlerin kabul edilebilir veya kabul edilemez olan şeylere ilişkin daha geniş yorumlarda bulunmalarına yol açar. Bu da ifade özgürlüğüne doğrudan tehdit oluşturabilir. Türkiye’de hükümet, eleştirilere karşı yüksek derecede hoşgörüsüzlük gösteriyor ve bunun sonucunda sosyal medya ile ilgili sorunları her türlü muhalefeti disipline etmek gibi başka amaçlara hizmet eden bir bahane olarak kullanabilir, bu da çok tehlikeli bir gelişme olacaktır. Bu nedenle Türkiye’de önerilen herhangi bir yasa spesifik olmalı, dar çizilmeli ve mevcut problemlerle orantılı olmalı. Bunlar, Avrupa Birliği yasal sürecinde geçerli olan ve Türkiye için de geçerli olan ilkeler. Düzenlemeler, sosyal medyadaki alternatif sesler ve bağımsız gazeteciler için risk oluşturabilir. Hükümet, bilgi demokrasisinin dostu olmadığını, akademisyenlerden, gazetecilerden, siyasi muhaliflerden gelen muhalefeti ve eleştiriyi bastırmak için sert bir yargı süreci kullanarak gösterdi. Türkiye’deki medya ve insan hakları topluluğunun, özgür konuşma haklarının korunmasını sağlamak için birlikte çalışması gerektiğini düşünüyorum. Bu bir egemenlik meselesi değil, başkalarına saygı ve savunmasız azınlıkların korunması meselesidir. Teknoloji şirketleri sosyal sorumluluklarını almak için daha fazlasını yapmak zorunda. Bu, hükümetin siyasi imajını kurtarmak için sert top oynadığı bir savaş alanı değil. Mesele, öncelikli olarak herkesin ihtiyaçlarına odaklanmak, herkes için güvenli bir bilgi alanı yaratmak. Sosyal medyayı seslerini duyurmak, sosyal değişim için baskı yapmak amacıyla kullanan insanların gücü zayıflatılmamalı. Sorun şu ki, birçok hükümet, özellikle de Türk hükümeti, sosyal medyayı siyasi üstünlükleri için bir tehdit olarak görüyor.

Sosyal medya dünyada nasıl düzenleniyor?

Almanya
NetzDG yasası 2018'in başında yürürlüğe girdi ve ülkede iki milyondan fazla kayıtlı kullanıcısı olan şirketlere uygulanıyor. Amacı nefret söylemi, sahte haberler, hakaretler, tehditler, insanları suça veya şiddete teşvik eden yasadışı içeriklerle mücadele. Şirketler, içerikle ilgili şikayetleri incelemek, 24 saat içinde açıkça yasa dışı olan her şeyi kaldırmak ve altı ayda bir rapor yayımlamak zorunda. Platformlar, mahkeme kararı olması halinde, suç teşkil eden paylaşım yapan kişi hakkındaki bilgileri, kişisel hakları ihlal edilmiş olan şikâyetçiye iletmek durumunda. Platformlara suç teşkil eden paylaşımları polise bildirme yükümlülüğü de getirildi. Özellikle bu madde, insan hakları savunucularını ayağa kaldırdı. Sosyal medyada paylaştıkları yasadışı içerikle ilgili bireylere 5 milyon Euro’ya kadar para cezası verilebiliyor. Yasaya uymadıkları takdirde sosyal medya şirketlerine verilen ceza ise 50 milyon Euro’ya kadar çıkabiliyor. Sosyal medya platformlarının Almanya'da en az bir hukuki temsilciye sahip olmaları da şart. Yasa uyarınca ilk ceza, Temmuz 2019'da, yasadışı faaliyetleri yetersiz raporladığı gerekçesiyle Facebook’a verildi. 2018’den bu yana sosyal medya platformları hakkında yaklaşık 1440 soruşturma açıldı. Bir içeriğin hukuka aykırı olup olmadığını değerlendirme yetkisinin şirketlere bırakılmış olması, yasanın eleştiri alan yanlarından bir diğeri.
Fransa
Fransa parlamentosu, sosyal medyaya nefret söylemi hakkında düzenleme getiren yasayı Mayıs 2020’de kabul etti. Şirketler, ırk, din, cinsel yönelim, cinsiyet, engellilik ve cinsel tacize dayalı nefret dolu yorumları 24 saat içinde kaldırmak zorunda. Söz konusu terör ve çocuk pornografisi olduğunda süre bir saate kadar düşüyor. Platformlar, düzenlemeye uymamaları durumunda 1,25 milyon Euro’ya kadar para cezası alabiliyor.
Birleşik krallık
Birleşik Krallık da bir yasa tasarısı üzerinde çalışıyor. İletişim servislerinin düzenlenmesinden sorumlu Ofcom’a, sosyal medyayı da denetleme yetkisi verilmesi bekleniyor. Düzenlemeye göre, çocuk istismarı, sahte haber, terör çağrısı gibi zararlı içerikleri kaldırmayan sosyal medya şirketlerine para cezası verilebilecek. Bazı durumlarda platformun askıya alınması dahi öngörülüyor.
Avustralya
Abhorrent Yasası 2019’da, Yeni Zelanda’da yaşanan silahlı saldırının Facebook’ta canlı yayımlanmasından sonra yürürlüğe girdi. Şiddet içeren içerik paylaşımını yasaklıyor, aksi yönde hareket eden sosyal medya şirketleri için cezai yaptırımlar, yöneticiler için 3 yıla kadar hapis cezası öngörüyor. 2015’te ise Çevrimiçi Güvenliği Artırma Yasası yürürlüğe girmişti. e-Güvenlik Komiseri, sosyal medya şirketlerinin taciz edici veya kötü niyetli paylaşımları kaldırmasını talep edebiliyor. 2018'de bu listeye intikam pornosu da eklendi. Söz konusu paylaşımı 48 saatte kaldırmayan şirketler 525 bin Avustralya dolarına kadar para cezası alıyor. Miktar, bireyler için ise 105 bin Avustralya doları.
Rusya
Düzenleyicinin “acil durumlarda” tüm internet bağlantısını kapatma yetkisi var. Sosyal medya şirketlerinin, Ruslarla ilgili verileri ülke içindeki sunucularda depolamasını gerekiyor. Daha önce LinkedIn engellendi, Facebook ve Twitter ise yasaya nasıl uyacakları konusunda net davranmadıkları için cezalandırıldı.
Çin
Çin’de Twitter, Google ve WhatsApp gibi siteler engelli. Bu tür hizmetler Weibo, Baidu ve WeChat gibi Çinli sağlayıcılar tarafından veriliyor. Çinli yetkililer, kullanıcıların yasakları atlatmak için kullandığı ağlara erişimi kısıtlama konusunda da başarı sağladı. Çin Siber Yönetim İdaresi, Ocak 2019’un sonunda, önceki altı ay içinde 733 web sitesini kapattığını ve 9 bin 382 mobil uygulamayı “temizlediğini” açıkladı. Çin'de sosyal medya platformlarını izleyen ve siyasi olarak hassas bulunan mesajları görüntüleyen yüz binlerce siber polis var. Tiananmen katliamı gibi ‘sakıncalı’ konularda anahtar kelimeler geçtiğinde, otomatik sansür devreye giriyor.  

Torbalara sığmadı, müstakil geliyor: </br>Z kuşağına sansür, Z raporu getirir

İktidarın internet yasası telaşının altında ne yatıyor? Türkiye’deki mevcut yasalar, sanal alemdeki suçları hali hazırda cezalandırıyor. Dijital dünyada mesajlar da alternatif kanallardan ilgilisine bir şekilde ulaşıyor. Hükümet buna rağmen ne yapmak istiyor? Bülent Mumay Edebiyat tarihinin en büyük distopyalarından biri olan 1984’ü bilirsiniz. Memleketimizden ırak olsun, kitaptaki “Okyanusya” ülkesinin 4 bakanlığından biri, Doğruluk Bakanlığı’ydı. Bu bakanlığın tek bir görevi vardı, parti için “alternatif gerçek”ler üretmek. Toplumun gerçeğinin yerini, üretim bandından çıkan mamullerle değiştirmekten sorumluydu. “Irak olsun” demekle işlemiyor tarih, dilek ve temennilerle de hayat geçmiyor. Son cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bu yana, 2018 model bir “1984”ün içinde yaşıyoruz. Demokrasiden otoriterliğe doğru yol alan memleketimizde, gerçeklerin kendisi de “modifiye gerçekler” atölyesine uğradıktan sonra halkla buluşabiliyor. Saray’ın “Doğruluk Bakanlığı” olan İletişim Başkanlığı, sadece Basın İlan Kurumu üzerinden muhalif gazeteleri susturmaya çalışmıyor. Alternatif gerçekleri üretmek için gerekirse Erdoğan’ın kendisini bile sansürlemekten geri durmuyor.  Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın, partisinin il başkanlarına yaptığı konuşmadaki sözler, Beştepe’deki “Doğruluk Bakanlığı” tarafından kırpıldı. Erdoğan’ın televizyonlarda canlı yayınlanan şu sözlerinden sonra, -doğal olarak- Türkiye’de sosyal medyanın, hatta Netflix’in tamamen yasaklanacağı anlaşıldı: “Niçin Youtube, Twitter, Netflix gibi sosyal medyalara karşı olduğumuzu anlıyor musunuz? Bu millete bu tür mecralar yakışmıyor. Bir an önce parlamentomuza getirip tamamen kaldırılmasını, kontrol edilmesini istiyoruz.”

Saray’dan Saray’a sansür

Öğlen saatlerindeki bu konuşmanın yarattığı “gerçek”liği değiştirmek, Fahrettin Altun’un başkanlığındaki iletişim dairesine düştü. Erdoğan’ın bu konuşması, içindeki “Bir an önce parlamentomuza getirip tamamen kaldırılmasını, kontrol edilmesini istiyoruz” cümlesi kırpılarak, sosyal medya üzerinden yeniden tedavüle sokuldu. Bu yetmedi, Altun bizzat açıklama yaparak “Cumhurbaşkanı’nın yasakçı gösterilmeye çalışıldığı”nı savundu; maksatlarının dijital medyadaki suçların engellenmesi olduğunu öne sürdü. Elbette bu hamleler, dijital medyaya sansür endişesini ortadan kaldırmadı. Türkiye’nin her geçen gün daha da yakınlaştığı Kuzey Kore-Çin liginden örnekler konuşulmaya başlandı. Bu kez Doğruluk Bakanlığı’nın “medya tim”leri devreye girdi. Erdoğan’ın “modifiye edilen” konuşmasından bu yana, “Saray’ın ana akımı”nda “Korkmayın, acımayacak” tadında makaleler yayınlandı. Türkiye’nin internet yasasının, “Kuzey Kore-Çin tipi değil, Almanya-Fransa modeli” olacağını savunan yazılar kaleme alındı.

Muhalife hakaret özgürlüğü

Kuşkusuz, her yenilik beraberinde kendi hukuk ihtiyacını getiriyor. Dünyanın birçok ülkesinde de dijital medyada suçların önlenmesi, kötüye kullanımın cezalandırılmasına ilişkin özel yasalar mevcut. Ancak mesele Türkiye’ye geldiğinde, “Doğruluk Bakanlığı”nın bağlı olduğu devlet aygıtının pratiği, bu yasaların kimlere ve nasıl uygulanacağı konusunda yeterince tatsız ipuçları veriyor. Bu ülkenin yasalarına bakarsanız, düşünce ve basın özgürlüğü alanındaki düzenlemeler kâğıt üzerinde hiç de “faşizan” durmuyor. Oysa yargının siyasallaşmasıyla birlikte bu yasaların kimlere dokunduğuna milletçe tanık olduk. Erdoğan’ı hedef alan paylaşım sahipleri, sabah kapıları kırılarak gözaltına alınıyor. İmzacı akademisyenlere “Kanınızda duş alacağız” diyen sokak kabadayısı, “düşünce özgürlüğü” kapsamında ifade bile vermedi. Başak Demirtaş’a, Canan Kaftancıoğlu ile Nevşin Mengü’ye ahlaksız tehditlerde bulunanlar, elini kolunu sallayarak sokaklarda geziyor. Erdoğan’ın kızına yönelik terbiyesizliğe imza atanlar ise tutuklanarak cezaevine atılıyor. Hâlâ 15 kişinin arandığını da eklemem gerek. Hükümet, internet yasası ısrarını şöyle temellendiriyor: “Gerçek hayatta suç olan, dijital alemde de suç olmalı. Amacımız suçları önlemek, işleyeni cezalandırmak.” Makul gibi gelen bu açıklama, Türkiye’nin bir başka pratiğiyle çelişiyor. Mevcut yasalar, zaten iktidarın suç olarak isnat ettiği suçları yeterince cezalandırıyor. Sosyal medya yoluyla Erdoğan’a hakaretten onbinlerce dava başka türlü nasıl açılabilirdi? Esra Albayrak’a yönelik çirkin mesaları kaleme alanlar nasıl tutuklanabilirdi? Onlarca gazeteci, sadece sosyal medya mesajları nedeniyle nasıl adliye koridorlarını arşınlayabilirdi? Daha yeni açıklanan Engelli Web raporu da, internetle mücadelenin nasıl “başarıyla” yürütüldüğünü ortaya koyuyor. Sadece 2019’da 408 bin site engellendi, 50 bin içerik kaldırıldı ve 10 bin YouTube videosu kaldırıldı, 7 bin twitter hesabı kaldırıldı.

Dijital evrene 2023 kalkanı 

Yukarıdaki rakamlar “Hükümetin ne isteyip de yapamadığı” sorusunu daha belirgin hale getiriyor. Hükümet, bundan sadece birkaç ay önce torba yasadan son anda çıkardığı internet yasasını neden şimdi alelacele gündemine aldı? Erdoğan’ın yakınlarına hakaretler nedeniyle mi, temmuz sonunda Meclis tatile girmeden bu yasanın çıkarılması talimatı verildi? Siyasi ve tablonun seyri, meselenin hiç bu kadar basit olmadığını gösteriyor. Korona öncesinde etkileri başlayan ekonomik kriz, salgının getirdiği durgunlukla birlikte iktidarın oylarındaki aşınmayı artırıyor. Erdoğan’ı Saray’da tutan ittifakın oyları, hiçbir şirketin anketinde yüzde 50’yi göstermedi. Özellikle kısa çalışma ödeneğinin de ağustos sonunda bitmesiyle, çok daha kitlesel bir işsizlik dalgasından endişe ediliyor. İşte hükümet tam da bu kırılgan tabloda, sert yaptırımlar öngören bu yasayı çıkararak, sosyal medya üzerinden yükselecek olası bir muhalefet dalgasına set çekmeye çalışıyor. Saray, dijital dünyanın alternatif kanallar sağlaması nedeniyle; mesajları yasayla, blokajla engelleyemeyeceğini gayet iyi biliyor. Amaç hakaret etmeyi, suç işlemeyi önlemek değil; çıkacak yasa oluşturacağı korku ikliminde yurttaşların tepki göstermesini engellemek. Bu minvalde, sosyal medya araçları üzerinden yapın yapan bağımsız gazetecilerin yayınlarını da, benzer bir niyetle “filtrele”mek. Z kuşağının YKS tepkileriyle karşılaştıktan hemen sonra internete çeki düzen vermek isteyenler, 2023 yılındaki seçimlerden bir Z raporuyla ayrılabilir. Dijital dünyada su akar yatağını, iktidar da 2023’te ilk kez oy kullanacak 6,5 milyonluk yeni seçmen kitlesini karşısında bulur

Pandemide gözetim: Korona uygulamaları büyük risk içeriyor

Pandemi nedeniyle yurttaşların kullandığıtemas izleme uygulamalarının getirdiği riskleri Alternatif Bilişim Derneği Başkanı Faruk Çayır ile konuştuk Elif Akgül COVID-19 pandemisi ile ilgili en büyük sorunlardan biri salgınla mücadelede kullanılan gözetim teknolojilerinin kişilerin mahremiyetini riske atması. Konum verileri, sağlık bilgileri gibi birçok kişisel bilgiye ulaşan “virüsle mücadele” uygulamaları özel hayatın gizliliği, kişisel verilerin güvenliği konusunda endişe yaratıyor. Alternatif Bilişim Derneği Başkanı Faruk Çayır, “‘Korona uygulamaları aracılığıyla toplanabilecek temas ve sağlık verileri nedeniyle büyük bir risk içerir” diyerek uyarıyor.

“Korona ile mücadelede” gözetim teknolojileri

Gözetim teknolojilerini koronavirüsle mücadelede ilk defa kullanan ülkeler de yine bu teknolojileri en yaygın kullanıma geçiren otoriter ülkeler. Virüsün ilk yayıldığı ülke olan Çin Halk Cumhuriyeti’nde bireyler hükümetin geliştirdiği uygulamaya vatandaşlık bilgileriyle giriş yapıyor, sağlık durumlarına göre renk kodu alıyor, çevrelerindeki insanların COVID-19 virüsü taşıyıp taşımadığını öğrenebiliyor. Dahası Çin hükümeti potansiyel COVID-19 taşıyıcılarını tespit edebilmek içinn yapay zeka teknolojisiyle geliştirilmiş vücut ısısı ölçümü yapabilen kamera ve drone’lar kullanıyor. İsrail ise iç istihbarat servisi Şin Bet’e salgınla mücadele amacıyla vatandaşların verilerini toplama izni verdi. Virüsün en çok etkili olduğu İtalya’da ise vatandaşlar, Cy4Gate isimli teknoloji firmasının hükümete ücretsiz olarak hazırladığı uygulamayı kullanıyor. Uygulamanın kullanımı gönüllülük ilkesine bağlı olsa da, vatandaşların uygulamayı kullanırken girdiği şifreleri hükümetin kaldırması mümkün. Bu da ciddi bir mahremiyet ihlali oluşturuyor. Dünyada resim buyken, Türkiye de koronavirüs gerekçesiyle her bir yurttaşın cep telefonuna girmeyi başaracak hamlelerde bulundu. Sağlık Bakanlığı COVID-19 pandemisi nedeniyle üç uygulama üretti. Bunlardan Korona Virüs Kontrolü Uygulaması 19 Mart’ta, Pandemi İzolasyon Takip Projesi 8 Nisan’da ve Hayat Eve Sığar uygulaması 18 Nisan’da hayata geçti. Bunlardan en yaygın kuklanılanı ise Hayat Eve Sığar uygulaması. Vatandaşların gönüllü olarak indirdiği Hayat Eve Sığar uygulaması Türkiye’deki üç GSM operatörünü de kapsıyor. Uygulama, Sağlık Bakanlığı, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) ve GSM operatörlerinin işbirliği ile hayata geçti. Hayat Eve Sığar uygulamasıyla programı indiren abonelerin konum verilerine göre bulundukları konumu değiştirip değiştirmedikleri izleniyor, izolasyon kurallarını ihlal edenlerin cep telefonlarına uyarı mesajı gönderiliyor. Evde izolasyon altında bulunması gereken kişiler, uygulama aracılığı ile evlerini terk ettiklerinde kısa mesaj servisi aracılığıyla uyarılıyor. İzolasyon altındayken evinden uzaklaşan kişilerle anında iletişime geçilerek, izolasyon altında bulunmaları gereken yere dönmeleri isteniyor, uyarıya uymayan ve ihlale devam edenlerin durumlarının ilgili emniyet birimleriyle paylaşılarak gerekli idari önlem ve yaptırımların uygulanması sağlanıyor, yol kontrolü yapan emniyet ekiplerinin, kişinin bilgilerini sorgulayarak izolasyon ihlali yapıp yapmadığını öğrenebiliyor. Uygulama ile Sağlık Bakanlığı ve Mernis bilgilerine, E- Nabız sistemine erişilebiliyor.

Kamera ve tam ağ erişimi

Hayat Eve Sığar Uygulaması’nın T.C. kimlik numarası, baba adı ve doğum tarihi bilgileri ve konum verilerini işlediğini belirten Çayır, uygulamanın hücresel telefonlarda yer alan kamera, fotoğraf, video, tam ağ erişim bilgileri gibi çeşitli verilere de erişebildiğini ekliyor. Hayat Eve Sığar Uygulaması’nın aydınlatma metnine göre uygulamada işlenen kişisel verilerin veri sorumluluğu Sağlık Bakanlığında bulunuyor. Uygulamada kimlik ve lokasyon bilgileri dışında, “hastalık risk seviyesini belirlemek için”, sağlık ve meslek verileri de işleniyor. Ayrıca, Aydınlatma Metni’nde “Kişisel Verilerin Aktarımı; izolasyon altında bulunmanız gereken bölgeyi terk etmeniz halinde bu uygulama ile elde edilen kimlik, iletişim ve konum verileriniz, kamu sağlığının korunması ve salgının yayılmasını önleme amaçlarıyla İçişleri Bakanlığı ve Kolluk kuvvetleri ile paylaşılmaktadır” ifadesi yer alıyor. Türkiye’de toplaman verilerin toplanıp işlenmesinde merkezi sistemin benimsendiğini vurgulayan Çayır, “Temel bir ilke olarak, kullanıcıların verileriyle ilgili herhangi bir kişi veya kuruma 'güvenmesi' gerekmemeli, belgelendirilmiş ve test edilmiş teknik güvenlik önlemleri alınmalıdır” diyor ve şöyle bir alternatife işaret diyor: “Her şeyin kaydedildiği ve toplandığı merkezi sunucular olmadan, tamamen anonim bir kişi takibi teknik olarak mümkündür. Kullanıcı gizliliğinin, merkezi altyapı operatörünün güvenilirliğine ve yeterliliğine bağımlı olması teknik olarak gerekli değildir. Dolayısıyla merkezi depolamanın güvenli olduğunu temel alan uygulamalar kullanılmamalıdır. “Merkezi sistemlerin vaat edilen güvenliği ve güvenilirliği kullanıcılar tarafından etkili bir şekilde doğrulanamaz. Bu nedenle sistemler, yalnızca şifreleme ve anonimleştirme kavramları ve kaynak kodun doğrulanabilirliği yoluyla kullanıcı verilerinin güvenliğini ve gizliliğini garanti edecek şekilde tasarlanmalıdır.”

İdari veya hukuki düzenleme eksikliği

Hayat Eve Sığar uygulamasının etkinlikleri hakkında kullanıcılara bilgilendirme yapılmadığını, uygulamanın kullanımına ilişkin politikalar yayınlanmadığını hatırlayan Çayır, uygulamanın etkililiği ve kötüye kullanımı konusunda bağımsız uzmanlar tarafından herhangi bir denetim yapılmadığına, bu uygulamaya ilişkin herhangi bir idari, teknik ya da hukuki önlem alınmadığını vurguladı. “Prensip olarak, bir "Korona Uygulaması" kavramı, toplanabilecek temas ve sağlık verileri nedeniyle büyük bir risk içerir” diyen Çayır, “Aynı zamanda son yıllarda kripto ve gizlilik toplulukları tarafından geliştirilen ‘gizlilik ilkesine göre tasarı’ ilkelerine bağlı kalınarak, bu teknolojilerin yardımıyla, bir gizlilik felaketi yaratmadan temas izleme uygulamalarının potansiyelini ortaya çıkarmak da mümkündür” diye ekliyor. Çayır, bu uygulamaların şeffaflığı ve geliştirilebilirliği için Özgür Yazılım’ın önemine dikkat çekiyor: “Özgür Yazılımlar, eksiksiz bir veri korumasını ve uyumlu bir kullanımı doğrulamak için yeterli şeffaflık sunar, böylece güvenli bir sistem kurulabilir. Güvenli bir ortamda küresel kod geliştirme işbirliğini mümkün kılan yalnızca Özgür Yazılım'lardır. Herhangi bir sahipli yazılım çözümü kaçınılmaz olarak sayısız veri sızıntısına yol açacak ve böylece enerji ve zaman israfına neden olacaktır. Özgür Yazılım lisansları evrensel bir işbirliğinin yanı sıra herhangi bir yetki alanında yazılım kodlarının paylaşılmasına izin verir. Böylelikle bir ülkede geliştirilen çözümler başka bir ülkede yeniden kullanılabilir, benimsenebilir olacak ve kollektif bir yapı ortaya çıkacaktır. “Tüm bu nedenlerle de Corona Uygulamaları tam anlamıyla güvenli olmamasına karşın gönüllü, şeffaf, verilerin kullanıcı tarafından tutulduğu, yine teşhis ve tedavi için gönüllü olarak kullanıcı tarafından resmi kurum ve kurullar ile paylaşılabildiği Özgür Yazılım bir uygulama olması daha güvenli görünmektedir. Türkiye’deki mevcut konum ve mesafe uygulaması Özgür Yazılım olmadığından geliştirilmesi, açıklarının tespiti ve bu açıkların kapatılması büyük oranda mümkün gözükmemektedir.” Pandemi takip uygulamalarının toplanabilecek konum verileri ve sağlık verileri nedeniyle büyük bir risk içerdiğinin altını çizen Çayır, akıllı telefon kullanıcılarının zaten halihazırda çeşitli donanım ve uygularla gözetime maruz kaldığını ekleyerek, söz konusu koronavirüs olduğunda pandemiye yönelik uygulamaların enfeksiyon zincirlerinin hızlı izlenmesi ve virüs etkileşiminin kesilmesine olanak sağlayacağı düşünüldüğünü söylüyor. Bununla birlikte Çayır şu uyarıda bulunuyor: “Bu uygulamaların kullanılması COVID-19 pandemisinin sona ermesini yahut halk sağlığı krizine kesin çözüm üretilmesini sağlamayacaktır. Bu uygulamalar hükümetler tarafından gerekli sosyal güvenlik önlemleri alınmadan ve yeterli sağlık olanakları sağlanmadan, yurttaşların işlerini kaybetme gibi ekonomik kaygılar ortadan kaldırılmadan; kişilerin evde kalmalarını, sokağa çıkmamalarını, yakın temastan kaçınmalarını veya hastalığın sona erdirilmesini sağlamaz. Dolayısıyla asıl bu sosyal ve ekonomik önlemler alınmadan yalnızca teknolojik çözümler ve uygulamalar vasıtası ile halk sağlığı krizine çözüm üretilebilmesi mümkün değildir. Bu anlamda teknolojik önlemler ve pandemi takip uygulamaları açısından hükümetler tarafından belirtilen önlemlere ve vaatlere güvenmek yeterli değildir. Temas izleme uygulamaları hükümetlerin büyük bir gözetim yetkisine sahip olmasını sağlayacağı gibi; kişilerin sağlık, cinsiyet, yaş, dil, din, ırk, etnik köken, milliyet, göçmenlik statüsü veya engellilik gibi hassas verileri işlendiğinden toplumda ciddi ve bir önyargı ve ayrımcılık yaratılması riski içerir. Uluslararası sözleşmeler ve Anayasa ile tanınan temel hak ve hürriyetlere ilişkin güvenceler halk sağlığı gerekçe gösterilerek bertaraf edilmemeli; özel hayatın gizliliği, kişisel verilerin korunması ve ifade özgürlüğü gibi hakların kullanımın engellenmesine ilişkin geniş kapsamlı istisnalar ve gözetimi derinleştirecek teknolojik uygulamalar kullanılmamalıdır.” Çayır son olarak ekliyor: “Hayat Eve Sığar uygulamasının bir an önce, şeffaf ve denetlenebilir şekilde, Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmelerdeki kuruluşlarını tavsiyeleri doğrultusunda tanzim edilmesi gereklidir.”

AKP’nin ‘dijital dönüşüm’ stratejisi: hedefte sosyal medya yasası ve Z kuşağı seçmen var

7 milyona yakın seçmen 2023’te ilk kez oy kullanacak. AKP, hazırladığı 94 sayfalık ‘Dijital Dönüşüm’ strateji raporunda bu seçmene hitap etmenin yolunu arıyor, sosyal medyaya yönelik yeni yasa tasarısı ve ‘siber vatan’ fikrine dair çalışmaları tanıtıyor Uzun süredir sosyal ağları denetim altına almayı isteyen AKP, bunun altyapısını hazırlamak için yürüttüğü çalışmayı tamamladı. “Dijital Dönüşüm ve Yeni Medya Düzeni” başlığıyla 94 sayfalık bir rapor hazırlayan AKP Tanıtım ve Medya Başkanlığı, raporda Türkiye’de sosyal ağların ve içeriklerinin nasıl kontrol altına alınacağını ve bu konuda nasıl kamuoyu oluşturulacağını adım adım planladı.

7 milyona yakın seçmen 2023’te ilk kez oy kullanacak

Hazırlanan rapora göre çalışmanın temel hedefi, sosyal medyaya ilişkin “yasal düzenleme” yapmak olarak belirlendi. Bu amaçla dört fazdan oluşan bir çalışma yapılacağının anlatıldığı raporda, yasa tasarısı çalışması öncesinde toplumun bu yönde farkındalığını artırmak amacıyla “farkındalık” çalışması başlatıldığı belirtildi. Özellikle Z kuşağı olarak adlandırılan 7 milyona yakın seçmenin 2023’te ilk kez oy kullanacağına işaret edilirken, genç seçmenin oy verme davranışında yeni medya düzeninin en temel faktör olduğu, bu kullanıcıların yeni bir farkındalıkla donatılması gerektiği belirtildi. AKP Genel Başkan Yardımcısı, Tanıtım ve Medya Başkanı Mahir Ünal öncülüğünde hazırlanan 94 sayfalık rapor, 15 Haziran’daki MYK toplantısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a sunuldu. Raporun başlangıcında, salgın döneminde Covid-19 sonrası döneme çalışırken yeni medya düzeni ve dijitalleşme çalışmalarına odaklandıkları belirtilirken, “Salgın süresince tüm dünyada karantinaların bir sonucu olarak sosyal mesafe kuralı dijitalleşmeye ilişkin çalışmaları ve gelişmeleri 10 yıl erkene çekti. Bunun sonucu olarak dijital çağa girmedik, adeta dijital çağın içine düştük” denildi. Dijital dönüşüm süreçlerine ilişkin planlamaların  önümüzdeki 4-6 aya yönelik hızlandırıldığının görüldüğü ifade edilen raporda, bu dönemde Zoom, Whatsapp kullananların sayısının arttığına; dijital oyun, uzaktan eğitim, e-ticaret ve Netflix tarzı içerik ve veri sağlayıcılarının büyüdüğüne işaret edildi.

Yeni egemenlik alanı: ‘Siber vatan’

Dijital çağda, egemenlik alanı olarak ‘Siber vatan’ kavramının ortaya çıktığı aktarılan raporda, veri madenciliği üzerinden bugün yeni bir sömürgecilik biçiminin gündemde olduğu savunuldu. Raporda, bu noktada “Türkiye’nin aynen ‘Mavi Vatan’ stratejik manevrasında olduğu gibi, toprakları, hava sahası ve deniz kıta sahanlığına siber bir kıta sahanlığını da eklemesi, bunu egemenlik büyük başlığının bir cüzü haline getirmesi gerekmektedir” önerisi getirildi.

Seçimlerde yeni hedef: Z kuşağı

Veri madenciliğinin insan hayatlarını manipüle etmek ve dijital tüketime sevk etmek üzere reklam hedeflemesi aracı olarak kullanıldığı anlatılan raporda, veri madenciliğinin seçimlerdeki etkisine işaret edildi. Bu konuda ABD ve Fransa’dan örnekler verilen raporda, “İşte tüm bu bilgiler ışığında Z kuşağı olarak tabir edilen nesilden 7 milyona yakın seçmen 2023’te ilk kez oy kullanacaktır. Onların içine doğdukları yeni medya düzeni, veri ve içerik sağlayıcılar tarafından devlet otoritesi, egemenliği ve siyaseti de aşan bir meydan okumayla karşımıza çıkmaktadır. Buna cevabımız siber egemenlik, siber vatan ve dijital Türkiye ile olmalıdır” görüşüne yer verildi.

‘Yeni medya, genç seçmeni etkiliyor’

Genç seçmenin oy verme davranışında yeni medya düzeninin en temel faktör olduğu ifade edilen raporda, bu tespit şu şekilde ifade edildi: “Dijital çağın egemenlik aygıtı yeni medya düzenidir. Yeni içerik kültürü veri ve içerik sağlayıcılar, platformlar, reklam algoritmaları, bireyselleştirilmiş yeni kullanıcı tecrübeleri tarafından şekillendirilmektedir. Bu yeni bir egemenlik aygıtı olarak devlet otoritesine meydan okuyan bir içerik üretim endüstrisidir. Anlık, interaktif, kullanıcının aktör haline geldiği, atomize bireyi siber vatandaş sorumluluklarından ayrıştırabilen bir güce sahiptir. Youtube’da bir günde ünlü olan şarkıcıların milyonlarca kez izlenmesi, Acun Ilıcalı’nın hiçbir konvansiyonel televizyon kanalında ulaşılamayacak biçimde Instagram canlı yayınında anlık 3 milyon seyirciye ulaşması bu yeni medya düzeninin ve içerik üretim mekanizmasının ürünüdür. Öyle ki eğer belirttiğimiz gibi oy verme davranışı dijital mecralar tarafından doğrudan manipüle edilebiliyorsa; bunun örneklerini açıkça ortaya koyan belgesel filmler Cambridge Analytica vakasını bizlere anlatıyorsa, bu yeni Z kuşağı genç seçmen kitlesi başta olmak üzere tüm kullanıcılar yeni bir farkındalıkla donatılmalıdır.”

‘Yasa çalışması öncesi farkındalık çalışması’

AKP’nin raporunda, yasallaşma hedefine ulaşmak ve başta Z kuşağı olmak üzere kullanıcılarda farkındalık oluşturmak amacıyla “dört faz” belirlendi. 1. fazın “Etik Farkındalık” başlığını taşıdığı raporda, bunun için yapılanlar şöyle anlatıldı: “Z kuşağına dönük farkındalık çalışmamızda dezenformasyonla mücadele ile başladık. Ülkemizde de sosyal medyayı terör örgütlerinin amaçlarına hizmet edecek, nefret, tehdit, taciz, hedef gösterme gibi suçları işleyecek şekilde kullananlara karşı tedbirler öngören geniş bir kanun tasarısı hazırlama ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu yasa tasarısı çalışması öncesinde toplumun bu yönde farkındalığını arttırmak amacıyla Tanıtım ve Medya Başkanlığımızca Sosyal Medya Etik Kuralları Farkındalık Çalışması başlatılmıştır. Uluslararası kabul görmüş genel ahlak ve etik kuralları çerçevesinde belirlenen 12 maddelik ‘Sosyal Medya Etik Kuralları’ yayımlanarak tüm teşkilat mensubu ve parti üyeleri bu kurallara uymaya davet edilmiştir. Bu ilkelerin diğer tüm siyasi partiler tarafından da örnek alınması ve ilkelere azami hassasiyet gösterilmesi tavsiye edilmiştir.”

‘Twitter’da hashtag çalışmaları yaptık’

Raporda, farkındalık yaratmak amacıyla sosyal medyada yapılan hashtag çalışmalarına ilişkin şu bilgiler verildi:
  • Birlik ve beraberliğimizin sosyal medya platformlarında güçlendirilmesi, bu platformlarda kendilerine geniş alanlar bulabilen gayrimilli unsurlara karşı işbirliği içinde olunması, sosyal medyayı temiz kullanmayı taahhüt eden kullanıcıların birbirlerinden haberdar olmaları amaçlarıyla Tanıtım ve Medya Başkanlığımızca başlatılan #MilliHesaplarBurada başlıklı gündem çalışması kısa sürede 1.7 milyondan fazla tweet’e, 5 milyardan fazla görüntülenmeye ulaşarak hem dünya hem Türkiye gündeminde zirveye yerleşmiştir.
  • 2 Mayıs 2020 tarihinde Twitter’da “NefretiYeneceğiz” hashtag çalışması başlatılmış ve sosyal medyayı, nefret diline ve ötekileştirmeye son veren bir mecra haline getirmeyi amaçlayan etik kuralları çalışmasına dikkat çekilmiştir. (65 bin tweet, 340 milyon görüntüleme)

Gazeteci Yılmaz’a karşı 17 bin tweetlik çalışma

T24 haber sitesinde Mehmet Y. Yılmaz imzası ile yayımlanan “Kötülüğün sıradanlaşması” yazısına karşı da hashtag çalışması yapıldığı itiraf edilen raporda, “Bu menfur yazının akabinde Twitter’da başlatılan #KötülüğünüzSıradanlaşmış başlıklı gündem çalışması ile partililerimiz ve sosyal medya kullanıcıları tepkilerini göstermişlerdir” denildi. Raporda, buna ilişkin 17 bin tweet atıldığı, 90 milyon görüntüleme aldığı ifade edildi.

Cumhurbaşkanlığı da destekleyecek

Raporda ikinci faz “Dijital Farkındalık” olarak anlatılırken, uygulamada bunun “taşıyıcıları”nın Cumhurbaşkanlığı ve AKP olduğu ifade edildi. Buna göre, Cumhurbaşkanlığı başlığı altında buna destek verecek olanların listesi şöyle sıralandı: Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu, Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisi Başkanı Ali Taha Koç, Cumhurbaşkanlığı Üst Kurul Üyeleri, İlgili Kurumlar, BTK, ve uzmanlar. Dijital farkındalığın amaçları ise şöyle belirlendi: Vatandaşlarımızın haklarının sosyal ağlarda korunması, özel hayatın korunması, kişisel verilerin korunması, siber sınırların güvenliğinin korunması, siber egemenliğin korunması, kimliğimizin ve değerlerimizin korunması.

‘Asıl amaç yasallaşma fazına geçmek’

“Yerel ve Küresel Farkındalık” başlıklı üçüncü fazda, buna ilişkin taşıyıcı hesapların ‘siyasi hesaplar’ olduğu belirtildi. Raporda, bu kapsamda yapılacaklar, “AB, Fransa, ABD, Almanya ve diğer ülkelerdeki gelişmeleri gündeme taşımak, medyada tartışılmasına önayak olmak, Türkiye’deki yasal düzenlemelerin temelini oluşturarak ilan edilmeyen ve siyaseten nihai amaç olan yasallaşma fazına geçişi sağlamak” şeklinde sıralandı.

‘Siber vatan fikri aktarılacak’

Siber Vatan ve Dijital Farkındalık fazı sonunda toplumda oluşması beklenen “siber vatan” duygusuyla hareket edileceği belirtilen raporda, “Hem küresel durumun iç kamuoyuna anlatılmasını, hem de resmi ve özel kanallar kullanılarak dış dünyaya doğrudan veya dolaylı olarak ‘Siber Vatan’ fikrinin aktarılmasını içeren çok boyutlu bir iletişimi gerektirmektedir” denildi.

‘Dördüncü faz, yasal düzenleme’

Raporda dördüncü faza dair açıklamalar ise “Yasal Düzenleme” başlığında yer alıyor. İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Hakkında Kanun Tasarısı hazırlandığı ifade edilen raporda, şu açıklama yapıldı: “Taslakta, sosyal medya platformlarının 5651 sayılı ‘İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun’ kapsamına alınarak, yasaya sosyal ağlarla ilgili özel hükümlerin eklenmesi öngörülmektedir.  Türkiye’de erişimi 1 milyondan fazla olan yurt dışı kaynaklı sosyal ağlara Türkiye’de temsilci bulundurma ve Türkiye’deki kullanıcıların verilerini Türkiye’de barındırma zorunluluğu getirilmesi planlanmaktadır.”

Sosyal medyaya dair kanun tasarısına ilişkin detaylar

Raporda, kanun tasarısının detaylarında şunlar olduğu vurgulandı:
  • Türkiye’de temsilci belirleme ve bildirme yükümlülüğünü yerine getirmeyen sosyal ağa, BTK tarafından bildirimde bulunulacak.
  • Türkiye’den günlük erişimi bir milyondan fazla olan yurt içi veya yurt dışı kaynaklı sosyal ağlar, kişisel hakların ihlali ve özel hayatın gizliliği kapsamındaki içeriklere yönelik olarak kişiler tarafından yapılacak başvuruları en geç 72 saat içinde cevaplamakla yükümlü olacak.
  • Türkiye’den günlük erişimi 1 milyondan fazla olan yurt içi veya yurt dışı kaynaklı sosyal ağlar, Türkiye’deki kullanıcıların verilerini Türkiye’de barındırmak zorunda olacak.

Dijital Merkez herkesi izliyor

Raporda AKP Genel Merkezi bünyesindeki Dijital Medya Takip Merkezi de tanıtıldı. Merkezin yaptığı işler anlatılırken, “lider takip” bölümünde “Medya alanlarının tümünde Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili pozitif gündem ve yapılan dezenformasyonlar takip edilmekte ve anlık raporlanmaktadır. Elde edilen çıktılar doğrultusunda medya stratejimiz belirlenmektedir” denildi. Bu kapsamda sosyal medya hesaplarının takip edildiği belirtilirken, bunlar arasında “muhalif, lehte, apolitik figürler ve ünlüler” yer aldığı ifade edildi. Merkezin her gün sosyal medyadaki konulara ilişkin “Gündem raporu” ve “3 soruda günün analizi” raporları hazırlandığı, bunların yöneticilere, milletvekillerine ve belediye başkanlarına gönderildiği ifade edildi.

‘Radikal muhaliflere karşı’ 

Raporda, merkezin görevlerine ilişkin “Dijital Takip Merkezi, öncelikle sosyal medyanın etik ilkeleri benimseyen kullanıcılar tarafından temiz tutulmasına yönelik çalışmaları desteklemekte, bu medya ortamlarında pozitif gündem oluşturulmasına katkıda bulunmakta, gündemin terör örgütleri, radikal muhalif gruplarca üretilen yalanlarla yönlendirilmesine karşı harekete geçmektedir,” bilgisi de verildi.  

Kişisel verileriniz siyasi veridir

Rachel Wilkinson* Tactical Tech

Telefonlarımız, tabletlerimiz, bilgisayarlarımız, indirdiğimiz uygulamalar, kullandığımız sosyal medya platformları tabiatları gereği şahsımıza özeldir. Tüm bu teknolojiler bize ne izleyeceğimizi, ne dinleyeceğimizi ya da ne hakkında okuyacağımızı seçme şansı tanıdı ki bunların içeriği aklınıza gelen her şey olabilir. Ancak tüm bu çevrimiçi teknolojiler arasında alışkanlıklarımız ve tercihlerimizle ilgili kişisel verileri kim topluyor ve bunları kim kullanıyor? Başka kimler canlı akışımızda (live feed) karşımıza neyin çıkacağını belirliyor? Ve ne ölçüde? Dahası, bu kişisel tercihlerimiz siyasi amaçlar için kullanılıyor olabilir mi? Dijital teknolojilere bağlılığımız artıkça, siyasi kampanyalar da dijital alana (digital sphere) girdi. Birçok vakada da bu biz görmeden ya da fark etmeden gerçekleşiyor. Mesele akışınızda önünüze çıkan bir reklamı görüp bunun siyasi bir mesaj olup olmadığını tespit etmekten ibaret değil. Görüşlerimize etki etmek üzere kullanılan birçok gizli, derine nüfuz etmiş ve ikna edici yöntem var. Politikacılar bunu bu denli etkili biçimde kullanmayı nasıl başarıyor? Hakkımızda toplanan spesifik verilerden yararlanarak. Tüm dünyada siyasetçiler ve siyasi partiler kendi gündemlerini geliştirmek, kampanyalarını yaymak ve seçmenleri online alanda etkilemek için pazarlama, istatistik ve psikoloji alanlarının araçlarını kullanıyor. Yeni siyaset yöntemi bu. Cambridge Analytica ve Facebook skandalları bu konuyu kamusal alana taşımış olsa da kişisel verileri siyasi amaçlarla kullananlar, bu iki şirketle sınırlı değil. Bu verileri siyasi çıkar için kullanan, daha az bilinmelerine rağmen en az bu iki şirket kadar etkili, çok sayıda şirket ve oluşum var. Cambridge Analytica skandalıyla gündeme gelen psikometrik profil çıkarma da bu şirketlerin kullandığı çok sayıdaki veriye dayalı teknikten biri. Aslında, vatandaşların açığa çıkardıkları verileri analiz edip kullanarak görüşlerine etki etmekte kullanılan bu dijital kampanya tekniklerinden yararlanan bu büyük endüstri hakkında hâlâ çok az şey biliyoruz. Üstelik bu konudaki düzenlemeler de üzerinde uzlaşılan iyi uygulamalar da çok kısıtlı. Berlin merkezli bir STK olan Tactical Tech; Facebook ve Cambridge Analytica’nın ötesine bakarak kişisel verilerin siyasi kampanyaları destekleyip siyasi güç elde etmekte kullanılan çok sayıdaki araç ve yöntemi incelemek istedi. Tactical Tech’in araştırması böylelikle seçmenlerin, siyasetçilerin ve diğer muhatapların kişisel verilerin nasıl siyasi güce dönüştürüldüğünü anlamalarına yardımcı olmak istiyor. Bu araştırma kapsamında, Tactical Tech’in Veri & Siyaset ekibi, birkaç tanesinin adını anmak gerekirse, robocall denen otomatik telefon aramaları, adayların kullanıma açtığı mobil uygulamalar ve jeo-lokasyon bilgileri gibi seçmenleri hedef alan birçok dijital ve veri temelli yöntemi tanımlayarak inceledi. Kullanılan tekniklerin genişliğinin, derinliğinin ve ölçeğinin tam olarak bilinmediği bu yeni endüstriyel alanı düzenleyip bu konuda yasalar getirmek de kolay değil. Seçmenler, siyasetçiler, gazeteciler, düzenlemeleri yapan yetkililer, siyasi kampanyaları yürütenler ve teknoloji şirketleri bu karmaşık endüstrinin aktörlerini, yöntemlerini ve ayırt edici seçim bağlamlarını araştırıp anlayarak kişisel veri ve siyaset arasındaki ilişki hakkında bilgiye dayanan fikirler oluşturup karar verebilir. Tactical Tech, Meksika’dan Malezya’ya ve Kenya’ya uzanan bir alandaki seçimlerle ilgili tek tek ülkelere özgü bilgiler derleyebilmek için tüm dünyadan ortaklarla çalıştı. Bu küresel araştırma, siyasi 'etki endüstrisi'nin medya anlatısını domine etme eğilimdeki ABD ve İngiltere’deki vakaların ötesine geçtiğini ortaya çıkardı.

"Siyasi 'etki endüstrisi' ABD ve İngiltere’deki vakaların ötesine geçiyor"

Tactical Tech, seçmenlerin kişisel verilerinden siyasi değer elde etmekte kullanılan farklı teknolojik yöntem ve pratikleri belgeleyerek hâlen kamudan gizli tutulan yöntemlerle veri toplayan, dünya çapında 300’ün üzerinde şirket tespit etti. Ortaklarının yardımıyla, bu etkileme endüstrisine dair “kim”, “ne” ve “nasıl” sorularına emsalsiz ve karşılaştırmalı bir genel bakış sağlayan kapsamlı bir rapor hazırlaması mümkün oldu. Sivil toplum aktörleri, siyasetçiler ve gazetecilerin yanı sıra diğer araştırmacıların ve akademisyenlerin de farklı çevrimiçi siyasi etki biçimlerini tanımlamasına yardımcı olan rapor yerel, ulusal ve uluslararası düzlemde tartışmayı genel kamuya yaydı. Kanada’daki Victoria Üniversitesi’nden Prof. Colin Bennett, Tactical Tech’in “Kişisel Veri: Siyasi İkna. Etkileme Endüstrisi İçinde” raporuna atfen “kişisel verilerin kullanımı ve veri gözetleme hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı karşılaştırmalı analiz” ifadesini kullanıyor. Tactical Tech’in küresel incelemesinin önemine işaret eden Bennett, “Bu çalışma herkese bu işe dahil olanını sadece ABD olmadığını, tüm dünyada ürünlerini agresif bir biçimde pazarlayan şirketler olduğunu herkese hatırlattı. Rapor, kritik bir aşamada yapılan, değerli bir özet” diyor.  Bennett, “bunun farklı platformlarda, birçok ülkedeki –ki bu ülkelerin farklı kültürleri, demografik yapıları ve belki de farklı mahremiyet beklentileri olması önemli– çeşitli sosyal medya ortamlarında gerçekleşmekte olduğuna dair değerli ampirik kanıtlar sunan” 14 ülke çalışmasına özellikle dikkat çekiyor. “Tactical Tech, değeri materyallerin yerel düzleme getirilmesine yardımcı oldu” diyor. Prof. Bennett, Tactical Tech’in çalışmasından 2019’daki Veri Koruma ve Mahremiyet Delegeleri Konferansı’nda (ICDPPC) bu kritik konuyu uluslararası siyaset alanına getirmek için nasıl yararlanıldığında dair bir örneğe atıfta bulunuyor. Konferansın amacı, düzenleme getiren kurumların siyasi oyuncuların regüle edilmesini ciddi biçimde değerlendirmeye alması gerektiği konusunda siyasetçilere tesir etmekti. “Kişisel Veri: Siyasi İkna” siyasi kurumlardan kritik oyuncuları aydınlattı, onlara bilgi sağladı. Tactical Tech raporu ve önemli bulguları İngiltere’nin Kabine İşleri Bakanlığı’na ve Lordlar Kamarası’na sundu. Avam Kamarası ve Lordlar Kamarası kütüphaneleri raporun birer kopyasını istedi. Tactical Tech’in araştırmasına Lordlar Kamarası’ndaki birçok tartışmada atıf yapıldı. The Constitution Society isimli think tank ise “Geçmişteki seçimlerle ilgili raporlardan çok şey öğrenilebilir; Tactical Tech’in dünya çapındaki pek çok ülkeden örnekler sunan Veri & Siyaset projesi de bunlardan biri” diyor. The Eastern Partnership Civil Society Forum (Eap CSF) de böyle örgütlerden biri. 2018’de düzenledikleri DataFest isimli konferansa Tactical Tech’i bir seminer vermek üzere davet etti. EaP CSF’nin yeni dijital içerik geliştirme uzmanı Iryna Velska, “Konu, dinleyicilerimiz için tamamıyla yeni bir konuydu, bunun nasıl işlediğini anlamak açısından zihin açıcıydı ve durumun ciddiyeti kabul gördü... Bu tür şeylerin kendi ülkemizde de yaşanmakta olduğunun kabulü konusunda uzlaşıldı” diyor. Velska açıklamaya şöyle devam ediyor: “Katılımcılarımız dijital dünyanın toplumu nasıl değiştirdiğine dair daha fazla bilgi istedi. Tactical Tech gibi dijital süreçlere, sosyal medyaya, yalan habere ve seçmen verilerinin kullanımına, bunun da siyasiler tarafından etki yaratmakta kullanılmasına eleştirel bakabilen, dijital konusunda bilgili insanların var olması çok önemli. Aktivistlerimizin bu yeni trendi duymalarının üzerinden iki yıl kadar geçti ve şu anda ‘Ne yapabiliriz?’ aşamasındalar.”

"Tactical Tech’inki gibi bir rapor bulmak ... maden bulmak gibi bir şey"

Tactical Tech’in bu yeni ortaya çıkan alandaki işlevlerinden biri de bu konuları araştıran gazetecileri desteklemek ve onlara uzmanlık bilgisi sağlamak. Bu gazetecilerden biri olan Louise André Williams, “Eşsiz olan şey, keskin ve kaliteli bilginin gerçekten iyi sunumla birleştirilerek açıklanması. Bir gazeteci olarak bu kadar geniş ve çeşitlilik gösteren bu yeni konuyu araştırmak oldukça zordu. Tactical Tech’inki gibi bir rapor bulmak ... maden bulmak gibi bir şey. Tactical Tech’in internet sitesini ve raporlarını gazeteci arkadaşlarıma ve film yapımcılarına tavsiye ederim” diyor. Williams’ın şu anda ARTE adlı kanal için üzerinde çalıştığı uzun metrajlı belgesel, seçmen verisine ve bu verinin uluslararası alanda siyasi partiler ve adaylar tarafından nasıl kullanıldığına eğiliyor. Williams, “Tactical Tech ekibiyle konuşmak dünya çapında kullanılan araçları anlamamı ve konu üzerinde derinleşerek belirli şirket ve internet siteleri hakkında detayları öğrenmemi sağlayan bir genel bakış kazandırdı. Tactical Tech beni doğru insanlarla temasa geçirerek belgeselin odaklandığı ülkelerde irtibat kuracağım doğru örgüt ve kişileri tavsiye etti.” Tactical Tech yerel düzeyde internet politikaları ve veri mahremiyeti konusunda dünyanın çeşitli yerlerinde çalışmalar yürüten dijital haklar savunucusu örgütlerle, avukatlarla, akademisyenlerle ve gazetecilerle işbirliği yaptı. Dünya çapında siyasi sistemlere özgü pratikleri detaylı biçimde ele alarak birlikte 14 ülke çalışmasını ortaya çıkardılar. Bu ortaklardan biri de Arjantin seçimlerinde veri odaklı kampanyaların nasıl kullanıldığına dair bir rapor hazırlamak için Tactical Tech ile işbirliği yapan Arjantinli Asociación por los Derechos Civiles (ADC) oldu. Arjantin seçimlerinde kullanılan “mikro-hedef” yönteminin derinlemesine analizi sayesinde ADC, ülkedeki seçim yasası sisteminin siyasi partilerin çevrimiçi reklamlara harcadığı parayı denetleyecek yeterli kaynağı olmadığını ortaya koydu. Buna karşılık olarak PubliElectoral (KamuSeçim) adıyla kendi projesini başlatan ADC, sosyal medya platformlarındaki siyasi reklamları takip eden ve bireylerin mahremiyetinin sağlanmasına katkı sağlayan kendi sistemini geliştirdi. Böylelikle kendi verilerini Facebook Ad kütüphanesindeki verilerle ve resmî kampanya harcama raporlarıyla karşılaştırarak bunların örtüp örtüşmediğini görme şansı edindiler. ADC şu anda ayrıca Google, Facebook ve Twitter ile Latin Amerika çapındaki tük reklam kütüphanesi (Ad Library) bilgilerini paylaşmaları konusunda müzakere ediyor. ADC’den Marianela Milanes, “Tactical Tech’in çalışması bizim projemiz için son derece önemliydi. İncelemenin süreç ve sonuçları bu konuda ilham verici oldu. Dahası, esas Veri & Siyaset araştırma projesi çerçevesinde yayınlanan belgeler, şu anki PubliElectoral çalışmamızın arka planını oluşturuyor” diyor. Tactical Tech’in çalışması, dijital teknolojilerin siyasi amaçla kullanılmasının ne denli yaygın olduğuna dikkat çekerek dijital etki mekanizmalarının çeşitliliğinin açıklanabilmesine dair anlatıya tesir etti. Ulusal ve uluslararası düzeydeki bu çalışmanın sonucu olan bu kanıt esaslı araştırma değişim için lobi yapmakta kullanılıyor. Bu araştırmayla birlikte ortaya çıkan farkındalık, söz konusu etki etme endüstrisini tartışma konusu haline getirdi. Bundan sonra cep telefonumuzda, uygulamalarda ve sosyal medya platformlarında gezip hikâye ve mesajlara bakarken durup şunu düşünmemiz gerekiyor: Nasıl tesir altında kalıyoruz? Belirli bir yöne mi itiliyoruz? İçeriğin ne kadarı doğrudan bizi hedef alıyor? Ve bu şirketler ve siyasi partiler ne şekilde düzenlemelere tabi ve nasıl hesap veriyor? Kişisel verilerimizi kullanan bu bireyi hedef alan kampanya meselesi, büyük bir şirketini bize hangi çift spor ayakkabısını alacağımızı önermesinden ibaret değil. Bu hemen fark edilmeyen ve ustaca mesajlarıyla bizleri manipüle edip demokratik seçimleri saptırarak umutlarımızı ve korkularımızı hedefliyor. Tactical Tech’in tüm dünyada göstermeye devam ettiği üzere, kişisel verilerimiz artık siyasi veriler. -- *Rachel Wilkinson, Tactical Tech Gelişim ve Ortaklık Yöneticisi. Bu yazı aşağıdaki sitede yer alan "Your Personal Data is Political Data" makalesinin çevirisidir. https://medium.com/@Info_Activism/your-personal-data-is-political-data-8e173b0609dd

İnternette ifade özgürlüğünün ilk savunusu: Coşkun Ak Davası

Coşkun Ak, İnternet yayıncılığının başladığı yıllarda yöneticisi olduğu forumda yayımlanan bir yazı nedeniyle yargılandı. 1999’da hakkında açılan dava, Türkiye tarihinin İnternet paylaşımı nedeniyle açılan ikinci, internette ifade özgürlüğü savunusunun yapıldığı ilk davaydı. Ak, ilk ifadesinden beraat kararı çıkan Yargıtay aşamasına kadar, ifade özgürlüğünü savundu. Bu yönüyle hukuk literatürüne girdi. İnternet sansürünün gittikçe yoğunlaştığı şu günlerde Coşkun Ak ile yargılandığı davayı ve günümüzü konuştuk 1999 yılında yöneticiliğini yaptığı bir forumda yayımlanan bir yorum nedeniyle yargılanan ve ceza alan Coşkun Ak, Türkiye tarihinde internette ifade edilen düşünceler nedeniyle yargılanan ikinci kişi. Bu alandaki literatürde incelenen, örnek olarak ele alınan ilk dava ise onunkisi. * Ak, o günleri hatırlarken, aldığı hapis cezasını para cezasına çeviren karara itiraz etmeyi avukatıyla konuştuğunu anlatıyor ve kararı temyiz etmesinin nedenini şöyle açıklıyor:  “Hapis cezasından kurtulmuştum, ödeyebileceğim bir para cezasına çevrilmişti. Ama suç işlediğimi kabul etmiş olacaktım.” İnternet üzerinde fikrini açıkladığı için yargılanan ve ceza alan ilk kişi ise bir lise öğrencisi. Ankara’da görme engellilerin düzenlediği bir eyleme Ankara Büyükşehir Belediyesi zabıtalarının şiddet göstererek saldırmasını internetteki bir forumda eleştirmişti. Yıl 1997 idi. O dönem yayında olan “Turk.net”in forum alanı olan “Forum Güncel”deki yorumu 7 Aralık günü yapmıştı. Adını ve e-posta adresini açık olarak yazmıştı. 17 gün sonra ailesiyle birlikte yaşadığı ev basıldı. Gözaltına alındı; hakkında açılan davada tutuksuz yargılandı. Lise öğrencisinin Ak’tan farkı, savunmasını ifade özgürlüğü üzerinden kurmamasıydı. Dava 1 Haziran 1998’de bitti. 10 ay ceza aldı; hâkim, sanığın mahkemedeki iyi halini dikkate alarak cezada indirim yapmıştı. Dava, eski Türk Ceza Kanunu’nun 159. Maddesinin 1. Fıkrasından açılmıştı. Yani “devletin emniyet muhafaza kuvvetlerini alenen tahkir (hakaret) ve tezyif (aşağılama)”. 765 sayılı Türk Ceza Kanunu 1965 yılında yürürlüğe girmişti.  Bu kanun Avrupa Birliği uyum müzakereleri çerçevesinde 1 Haziran 2005 itibariyle yürürlükten kaldırıldı. 159. Maddenin hükmü şöyleydi: “Türklüğü, Cumhuriyeti, Büyük Millet Meclisini, Hükümetin manevi şahsiyetini, Bakanlıkları, Devletin askeri veya emniyet muhafaza kuvvetlerini veya Adliyenin manevi şahsiyetini alenen tahkir ve tezyif edenler altı aydan üç seneye kadar hapis cezası ile cezalandırılırlar.” Yerine yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda bu madde 301’e dönüştü. Kapsamı çok değişmedi sadece öngörülen cezanın üst sınırı iki yıla indirildi.

Coşkun Ak davası

159. Madde, Coşkun Ak’a karşı da kullanılacaktı. Ancak onun evine baskın yapılmadı. Hakkındaki iddianame 27 Temmuz 1999’da hazırlandı. Bu davaya konu olan mesele de yine internetteki bir forum alanında yapılan kullanıcı yorumuydu. Bu kez forum alanı, dönemin bir diğer büyük internet servis sağlayıcısı Superonline.com’a aitti. Ak, aynı şirkette İnteraktif Bölümler Koordinatörü olarak çalışıyordu. İnteraktif Bölümler, internet kullanıcılarının diledikleri şeyleri paylaştığı çeşitli alanlardan oluşuyordu. Bunlardan biri de “Forum: Tartışma Platformu”ydu. Suça isnat edilen yazı, koordinatör olarak Coşkun Ak’ın açtığı forum alanında, “Türkiye’de İnsan Hakları İhlalleri” başlıklı tartışmaya gelen bir yorumdu. “Bir İnsan” rumuzlu kullanıcının yorumu, 26 Mayıs 1999’da sayfada yayımlandı. Yorumun sahibi bilinmediği için bölümün yöneticisi Coşkun Ak sorumlu tutuldu.

“Forumumuzda herkes anonimdi”

Coşkun Ak, yönettiği bölümün çalışma sistemini şöyle anlatıyor: “Biz foruma katılanlardan bilgilerini talep etmiyorduk. Herkes anonimdi. İstedikleri rumuzla yazabiliyorlardı. Üye olmaları gerekmiyordu. O yıllarda üyelik insanları uzaklaştırıyordu. Mesela ben Facebook ilk açıldığında önce bir durakladım; Coşkun Ak olarak orada olmak istemeyeceğimi düşünmüştüm. Twitter’da anonim olanlar var ama kendi isminle yazıyorsun artık. Üyelik var; kim olduğunu bulabilirler. Biz öyle bir sistem kurmamıştık. Zaten kişilerin değil, fikirlerin önemli olduğu bir yapı kurmuştuk.” Dolayısıyla “Bir İnsan” rumuzlu kişiyi bulmak mümkün değildi. Forumdaki tüm başlıkları Coşkun Ak ve ekibi belirliyordu. Forumlara ve bu forumların altında açılan başlıklarda sürüp giden tartışmalara katılım serbestti. Bu başlıklar bir süre yayında kalıyordu; başlıkların kaldırılması için de bir prensip belirlemişti: “Memleket ve dünya gündemine bağlı olarak çeşitli forum başlıkları açıyorduk. İnsanlar yazılarını sisteme giriyordu; ben ve ekibim yayımlandıktan sonra görürdük. Forum kurallarını ihlal eden girişleri kaldırırdık. Hakaret, reklam, küfür barındıran yazıları kaldırıyorduk. Onun dışında tamamen esnek, demokratik ve çoğulcu bir tartışma zemini olmasını hedefliyorduk. Bir süre sonra açtığımız başlıklar forum katılımcılarına yetmez oldu. Kendi başlıklarını açmak istiyorlardı. Bu talep artınca “Forum: Tartışma Platformu” adlı bir alan daha açtık. Burada katılımcılar tartışmak istedikleri konu başlıklarını açabiliyordu. Yargılanmama neden olan başlık bu alanda açılmıştı: “Türkiye’de İnsan Hakları İhlalleri”. Yaklaşık sekiz bölümlük, üzerine çok çalışıldığı belli olan, ulusal gazetelerden ve dergilerden alıntıların yapıldığı, referanslı bilgilerin olduğu bir yazıydı. İçeriğine katıldığım yerler vardı, katılmadığım yerler de. Ama forum kuralları içinde kimseye hakaret etmeyen, reklam içermeyen bir yazıydı. Yayımlandı ve altında tartışılmaya başlandı. “Açılan başlıkların kaldırılması için prensibimiz şöyleydi: Bir başlığa yedi gün boyunca yeni bir katkı gelmediğinde başlığı siliyorduk.” “Bir İnsan” rumuzlu kullanıcının yazdığı başlık altında katkılar ve tartışmalar devam ettiği için yayındaydı. Bu sırada Coşkun Ak hakkında, bu yazı nedeniyle yapılan şikâyet üzerine soruşturma açıldı.

Bu dava neden önemli?

1997’deki davanın değil de 1999’da açılan davanın literatürde önemli hale gelmesinin birkaç nedeni var. Öncelikle Coşkun Ak’ın savunmasını ifade özgürlüğü üzerinden yapması, davayı önemli kılıyor. İkinci olarak Ak’ın avukatı Fikret İlkiz, o yıllarda yürürlükte olan basın kanununun internet yayıncılığını kapsamadığını ve bu alana özgü bir kanunun düzenlenmesi gerektiğine dair görüşlerini savunmalarda nirengi noktası yaptı. Bu savunmalar daha sonra internet yayıncılığında yaşanılan hukuki sorunlarda ön açıcı oldu. Çünkü Coşkun Ak bu davada uzun çabalar sonucu beraat aldı. İki dava arasında bir fark da, Coşkun Ak davasının Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerinin yoğunlaştığı döneme denk gelmesiydi. Türkiye’nin AB’ye aday ülke olarak müzakereler süresince yasalarını gözden geçirmesi gerekiyordu. Bu nedenle Coşkun Ak davası hem ifade özgürlüğü hem de o yıllarda yepyeni bir alan olan internet yayıncılığı düzenlemeleri açısından kritik bir örnek dava haline geldi.

Savcı, online forumu gazete gibi ele aldı 

“Çok şanslıydım. Avukatım Fikret İlkiz’di. Bu davaya Coşkun Ak Davası deniyor, usul olduğu üzere; ancak gerçekte ‘Fikret İlkiz Davası’dır. İddianamede gazete olsa şundan yargılanacaktı gibi ifadeler var. İnterneti basılı gazeteye benzetiyor, mevcut kanun maddelerine uydurmaya çabalıyorlardı. Bizim yaptığımız işi gazetecilikle bir tutuyorlardı. Ancak Superonline bir erişim şirketi; Basın Kanunu’na tabi olarak kurulmamış. Şirketin yaptığı iş son kullanıcıyı internete ulaştırmak. İçerik var; evet, ama bunun nedeni basit: İnternet o kadar yeni ki, Türkçe içerik çok az. Kullanıcıyı ulaştırdığınız mecrada Türkçe içerik boşluğunu da doldurmak gerekiyor. Zaten o dönem erişim sağlayıcıların izlediği yol bu. Forum alanlarını, bugünün Twitter’ı, Ekşi Sözlük’ü ile karşılaştırabilirsiniz; hatta forum biçimi halen internette kullanılır. İnternetin okuru içerik üretimine kattığı alanlardı bunlar. Ayrıca gündem haberleri, spor, magazin sayfaları da vardı. O dönemlerde ‘portal’ denilen, internete bağlanmak için Superonline’ı kullananların ilk geldiği site yani. Bu oluşumu hukuksal olarak gazeteye benzetmeye uğraştı iddia makamı.”

“İnternet’in isim babası sen misin?”

O tarihlerde İnternet’in ne olduğu o kadar bilinmiyor ki; Coşkun Ak’ın adliyede ifadesini alan savcı şu soruyu soruyor: “Bu İnternet’in isim babası sen misin?” “O sırada ‘İnternet’teki forum alanında ‘register’ olmayan bir kullanıcıya ait bu ifadeler’ gibi cümleler kurarak isnat edilen suçla olan ilgimi açıklamaya çalışıyordum. Karşımdaki savcı daktiloyla bunları yazmaya çabalıyordu. Önünde bilgisayar yoktu” diyor Coşkun Ak. Böyle bir soru gelince, bu aşamadan sonra her adımda İnternet’in ne olduğunu anlatmak zorunda kalmış. Zaten savcılık ifadesinde söze girerken uzun, teknik bir bölüm var. Söze şöyle başlıyor: “İnternet, birden fazla haberleşme ağının yani network’ün birlikte meydana getirdikleri bir iletişim ortamıdır.” Burada “İnternet protokolü (TCP/IP), modem, İnternet servis sağlayıcı nedir” gibi temel bilgiler veriyor; ardından internet ortamında forum alanlarının nasıl çalıştığını, kendisinin ne iş yaptığını detaylı bir biçimde anlatıyor. Hazırlanan iddianamede savcı, söz konusu yazının eski TCK 159. Maddede geçen dört kurumu aşağıladığı gerekçesiyle cezanın dört kez uygulanmasını talep ediyor. Fikret İlkiz, savunmasında suçlamaların hiçbir kanuna uymadığı vurgusunu yaptı. Buna karşın Coşkun Ak, İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada 27 Mart 2001 tarihinde 40 ay hapis cezasına çarptırıldı.

“Ben bu kararı da temyiz edeceğim”

Avukat Fikret İlkiz, Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi’ne temyiz başvurusu yaptı. Karar Yargıtay’da 14 Kasım 2001 tarihli kararla bozuldu. Ancak ilk derece mahkemesi kararında direndi. 12 Mart 2002 günü verdiği kararda cezayı para cezasına çevirdi. Coşkun Ak’a günlüğü 5 bin liradan toplam 6 milyon lira para cezası verilmiş oldu. “TL’den altı sıfır atılmadan önceki para” diyor gülerek ve ekliyor “O zaman bir paket sigara parası yaklaşık. Ben öder kurtulurum diye düşünürken Fikret Abi bana dönüp ‘Hadi sana geçmiş olsun, ben bu kararı da temyiz edeceğim’ dedi. Hapis cezasından kurtulmuştum, ödeyebileceğim bir para cezasına çevrilmişti. Bir an ‘neden’ diye düşündüm; sonra suçlu bulunduğumu, suç işlediğimi kabul etmiş olacağımı fark ettim. Fikret Abi’nin ‘Geçmiş olsun’ derken temyizde beraat çıkaracağını bildiğini düşünüyorum. Daha önce söyledim bir kez daha hakkını vereyim, en büyük şansım avukatımın Fikret İlkiz olmasıydı.” O günlerde Türkiye, Avrupa Birliği (AB) ile müzakere halindeydi. Aralık 1999’da Helsinki'de yapılan zirvede aday ülke olarak kabul edilmişti. AB’nin öngördüğü “Siyasi Kriterler”in sağlanması için kanunlarda değişiklikler yapılıyordu. Keza Fikret İlkiz’in para cezasını üst mahkemeye taşımasından yaklaşık altı ay sonra 9 Ağustos 2002’de yürürlüğe giren 4771 sayılı kanun ile 159. Madde’de ifade ve düşünce özgürlüğü lehine bir değişiklik yapıldı. Maddeye getirilen ek, AB kriterlerine uygundu ve şöyle diyordu: “Birinci fıkrada sayılan organları veya kurumları tahkir ve tezyif kastı bulunmaksızın, sadece eleştirmek maksadıyla yapılan yazılı, sözlü veya görüntülü düşünce açıklamaları cezayı gerektirmez.” 2002 ve 2003 yıllarında kamuoyunda “AB Uyum Paketleri” olarak adlandırılan toplam yedi ‘torba yasa’ yani farklı yasalarda değişiklikler yapan yasalar çıkarıldı. Demokratik Sol Parti çoğunluğunda Milliyetçi Hareket Partisi ve Anavatan Partisi’nin oluşturduğu Bülent Ecevit hükümeti tarafından 159. Madde’de yapılan bu ilerici değişiklik, Recep Tayyip Erdoğan Başbakanlığında AKP hükümeti tarafından 1 Haziran 2005’te kaldırılacaktı. Zaten o tarihten sonra Türkiye birçok alanda olduğu gibi düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda da tarihin derinliklerine doğru hızla gerilemeye devam etti.

“Bugün 10 kez daha düşünürüm”

Coşkun Ak ile röportajımızı sorduğum ilk soruya dönerek bitirelim. “O gün yaşadıkların bugün başına gelseydi” sorusunun ardından şu soruyu sordum: “Peki, bugün Türkiye’de İnsan Hakları İhlalleri başlıklı yazıyı yine yayımlar mıydın?” Yanıtı şöyle oldu: “Bugün 10 kere daha düşünürüm. Çok daha başka günlerdeyiz. Bunu Superonline arkamda durmayıp soruşturma açılır açılmaz beni işten çıkarttığı, iki yıl boyunca yargılandığım, hayatımın bu nedenle başka bir yöne savrulduğu için, yani kötü bir tecrübe yaşadığım için söylemiyorum. Bugün kendimi 1980’lerin başlarını yaşıyormuşum gibi hissediyorum. Üstelik bugün enstrümanları daha fazla.”

Savcı: “Fikir özgürlüğünün arkasına sığınaraktan…”

Coşkun Ak’ın 1980 Darbesi sonrası koşulları hatırlatması son yıllarda yaşananların vahametinden kaynaklanıyor. Kendisiyle yaptığımız söyleşi sırasında son günlerde düşüncelerini açıkladıkları için ardı ardına gözaltına alınan fotoğrafçı Fırat Erez, CHP üyesi Banu Özdemir, Gazeteci Hakan Gülseven ve sosyal medya kullanıcısı Taylan Kulaçoğlu gibi muhaliflerin adlarını andık. Devletin düşünce ve ifade özgürlüğü meselesine yaklaşımını savcı ve hakimlerin fikir yapılarından çıkartmak mümkün. Yıllar içinde değişmeyen bir katılık var. Coşkun Ak davasını doktora tezinde işleyen avukat Barış Günaydın, tez çalışmasında soruşturmayı açan eski basın savcısı Cevat Özel ile röportaj yapmış. Bu yazıyı eski savcının ifade ve düşünce özgürlüğüne adalet sisteminin bakışını özetlediğini düşündüğüm sözleriyle bitirmek iyi olacak: “Coşkun Ak, hani (…), haberi olmadığını söyleseydi hiçbir problem olmayacaktı ama ısrarla o işin arkasında durdu. Fikir özgürlüğünün arkasına sığınaraktan dört gün daha bilerek ve isteyerek yayımladığını söyledi.* Coşkun Ak Davası’nı ele alan yayınlar: - İnternet Ortamında Yayıncılık Açısından İfade Özgürlüğü’nün Kullanımı: “Coşkun Ak Davası Örneği", Barış Günaydın, Doktora Tezi, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eylül 2009. - İnternet Çağında Gazetecilik, Der: Serhan Yedig, Haşim Akman, Metis Yayınları, 2002. - İnternet ve Hukuk, der: Yeşim M. Atamer, İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2004. - Suçta Araç Olarak İnternetin Teknik Ve Hukuki Yönden İncelenmesi, Sevil Yıldız, Doktora Tezi ,Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalı, 2006.

Görevden Uzaklaştırılan Karşıyaka Hâkimi ve Yargıçlar Sendikası Başkanı Ayşe Sarısu Pehlivan: İnsan haklarını ve ifade özgürlüğünü her koşulda, “ama”sız korumalıyız

Evet, şu sıralar yeryüzü herkes için bir parça klostrofobik ancak Türkiye, salgından bağımsız olarak hızla nefes alınamaz ülkeler liginde üst sıralara yükseliyor. Hak savunucuları, sivil toplum, medya ve avukatlar uzun süredir baskı ve risk altında, özellikle COVID-19 salgını sırasında yaşananlar, bağımsız düşünen ve düşündüğünü açıklamaktan çekinmeyen hekimlerin susturulmaya çalışıldığını bir kez daha gösterdi. İki haftadır ise hâkimlerin ifade özgürlüğünün sınırı, yaşam hakkını savunmak çizgisinden çekilmeye çalışılıyor. Önce Karşıyaka hâkimi ve Yargıçlar Sendikası Başkanı Ayşe Sarısu Pehlivan, ardından da yine İzmir’de hâkimlik yapan Demokrat Yargı Derneği eş başkanı Orhan Gazi Ertekin hakkında Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) tarafından soruşturma açıldı. Gerekçe, tüm ülkenin gözleri önünde sürdürdüğü ölüm orucunu 323. günde sonlandıran fakat iki gün sonra 7 Mayıs’ta hayatını kaybeden Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek hakkında yaptıkları ve yaşam hakkını savunan sosyal medya paylaşımlarıydı. Gökçek'in talepleri arasında Grup Yorum'un çalışmalarını yürüttüğü İdil Kültür Merkezi’ne polis baskınlarının son bulması, grup üyelerinin arananlar listelerinden çıkarılması, konser yasaklarının kaldırılması, haklarında açılan davaların düşürülmesi ve tutuklu Grup Yorum üyelerinin serbest bırakılması vardı. Her iki hâkimin de birer mesleki örgütünün yöneticisi olması ayrıca dikkat çekici. Ayşe Sarısu Pehlivan 3 Mayıs’ta Twitter’dan şu mesajı paylaştı: “Türküler kimseye zarar vermez.” Hükümet yanlısı medya tarafından İbrahim Gökçek çoktan DHKP-C’li bir terörist ilan edilmişti, Pehlivan da kısa sürede terör destekçisi olarak hedef gösterildi ve aleyhine trol hesapların desteklediği bir linç kampanyası başladı. Hedef gösterildiği tweet’lerde sadece Gökçek hakkındaki mesajı değil, o gün ve öncesinde yazdıkları da örnek gösteriliyordu. Pehlivan aynı gün şu tweet’leri de atmıştı: “Basın endeksine göre bulunduğumuz yer her şeyi açıklıyor”, “Halkın haber alma hakkı engellenemez.” Gökçek’in 7 Mayıs’taki ölümünün ardından “Ölüm adın kalleş olsun” yazdı ve HSK süreci başladı. Pehlivan, 15 Mayıs’ta üç ay süreyle görevden uzaklaştırıldı. Aynı gün Ertekin hakkında da soruşturma başlatıldığı haberi geldi. Beş baro ve 11 hukuk örgütü, hâkimlere destek mesajı yayımladı. Ayşe Sarısu Pehlivan, hâkimlerin ifade özgürlüğü alanının sıradan vatandaştan çok daha geniş olduğunu hatırlatıyor ve ifade özgürlüğünün “ama”sız korunmasının önemine vurgu yapıyor: Sosyal medyada pozisyonunu belli etmekten çekinen biri değilsiniz göründüğü kadarıyla. Daha evvel fikirleriniz yüzünden böyle hedef gösterilmiş miydiniz? - Ben su gibi berrak yaşayan biriyim. Yaşadığımı söyler, söylediğim gibi yaşarım. Bu nedenle sosyal medyada da tabii ki gerçek kimliğimle varım. Ama hayır, daha önce paylaşımlar nedeniyle hedef gösterilmemiştim. İbrahim Gökçek'in ölümünün ardından üzüntünüzü ifade eden iki tweet yazdınız, ardından da hedef gösterildiniz. Bu sonuçla karşılaşacağınız aklınıza gelmiş miydi?  - İbrahim Gökçek üzerinden ölüme karşı yaşam hakkının kutsallığını belirten bir tweet’im var. Burada kişinin kim olduğu önemli değil. Bu kişi hangi görüşten olursa olsun önemli olan insan olması. Bu şekilde ölüme yatmanın, konser yapmak için mücadelenin ölümle olmayacağına dair bir tweet’im daha var. Pek çok kişinin bu konuda tweet’i var, mesela "Ahbab" gibi oluşumların resmi makamlarla görüşmesi de var. Şimdi yaşam hakkına sahip çıkan bu oluşumları da bana yapıştırmaya çalıştıkları gibi terör sevici olarak mı suçlayacağız? İnsan haklarını ve ifade özgürlüğünü her koşulda, “ama”sız korumalıyız. Yoksa demokratik bir ülke olduğumuza dair söylemler hamasatten öteye gitmez. Maalesef bu hakları korumak istediğinizde o kadar kolay bir şekilde memleket düşmanı olarak yaftalanıyorsunuz ki. Ben yurt nedir, vatan nedir, yurttaş nedir, kimdir, aydın kime denir, aydın sorumluluğu nedir, etik değerler nelerdir çok iyi bilirim. Bu nedenle bana yapıştırılmak istenen tüm yaftaları reddediyorum. Dedem Çanakkale gazisi olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun yanında yurt savunması yapmıştır. Memleketimin, vatanımın toprağına bir çöp dahi atamam, değerini çok iyi bilirim. Bu şekilde suçlayanlara akıl ve ihsan diliyorum. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan herkesin eşit haklara sahip eşit yurttaş olarak, barış içerisinde, kardeşçe, tüm farklılıklarımızla bir arada yaşayabileceğimize inanıyorum. Hakkınızda verilen görevden uzaklaştırma kararını nasıl yorumluyorsunuz? - Tweet’lerimin üzerinden üç gün geçtikten sonra bir grup trol’ün sosyal medyada başlattığı linç kampanyası sonucu HSK inceleme kararı aldı. Ancak troller ve kendisine gazeteci diyen bazı kişilerin saldırıların dozunu artırması ile daha önce görülmemiş bir şekilde açığa alındım. Üzgünüm. HSK’nın yargıç ve savcıların her türlü baskıdan uzak şekilde görevlerini yapmalarını sağlayan bir kurul olması gerekirken bunu yapmadığının, yapamadığının görülmesi açısından üzüntü verici. Hâkim tarafsızlığını yitirmekle itham edildiniz. Hâkim tarafsızlığı ile ifade özgürlüğü arasındaki sınır nereden çizilir? - Yargıçların ifade özgürlüğünün sınırının, sade yurttaşların ifade özgürlüğü sınırından daha geniş olarak yorumlanması gerektiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ile kabul edilmiştir. Yaşam hakkının savunulması hâkim tarafsızlığı için olmazsa olmazdır zaten. Hakkınızda verilen görevden uzaklaştırma kararına itiraz edecek misiniz? -Karara karşı yeniden inceleme isteyeceğim ve yasal yolları kullanacağım. Hedef gösterenler hakkında da yasal yollar tüketilecektir. Son dönemde Türkiye'de kişileri susturmanın, konuşanlara da bedel ödetmenin bir kalıbı ortaya çıktı. Önce hükümet yanlısı kişiler ve yayın kuruluşları tarafından hedef gösteriliyor sonra cezalandırılıyorlar. Bu konuda ne dersiniz? - Sosyal medya gücü maalesef bizim alanımızda da çok etkili oluyor. Aslında yargının tüm kurulları ile kararlarını verirken medyaya karşı da bağımsız kalması ve etkilenmemesi gerekir. Evrensel hukukta böyle kabul edilir. Kadın olmanız maruz kaldığınız nefret söyleminin şiddetini artırmış olabilir mi? Son günlerde kadınlara yönelik sosyal medyada ataerkil söylemlerde de artış gözleniyor... - Evet, kadın olmamın bu nefret söyleminde rolü olmuştur diye düşünüyorum. Size verilen ceza sonrası aldığınız tepkiler nasıl? Uluslararası hukuk veya ifade özgürlüğü kuruluşlarından, sendikalardan destek geldi mi?  -Avrupa yargı dernekleri şu ana kadar destek vermedi. Sanırım durumdan henüz haberdar oldular. Aslında bizdeki sorunlara çok eğilmiyorlar, anlamıyorlar işleyişi de. Bakalım belki ileriki dönemde anlayacaklardır. Benim gibi düşünen ve mücadele verenlerin tek arzusu daha iyi bir yargı düzenine ulaşmak ve adalete erişimi sağlamaktır.