All Stories

Kürt, sosyal medyada da özgür değil

NURCAN BAYSAL
2016 darbe girişimi ve arkasından gelen OHAL sonrası, baskı ortamı tüm Türkiye’de arttı. Sadece Kürtler değil, Türkiye’nin batısında da muhalif duruşa sahip binlerce insan bu baskı ve şiddetten çoğunlukla sosyal medya aracılığıyla ya da sosyal medya gerekçe gösterilerek nasibini aldı. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın geçen hafta yayınlanan “Eleştiriyi Susturmak” isimli raporuna göre,  2015-2019 arasındaki beş yıllık dönemde, ifade ve medya özgürlüğünü kullanmak isteyen 2 bin 801 kişi tutuklandı, 6 bin 479 kişi gözaltına alındı. Toplamda, bin 372 dava açıldı ve 727 kişiye 27 bin 448 ay hapis cezası verildi. Bu gözaltı ve tutuklamaların çoğunluğuna ise sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterildi. Nitekim rapora göre, 4684 kişi sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek gözaltına alındı, 2357 kişi ise tutuklandı. Bu gözaltına alınan ve tutuklanan insanların kaçı Kürt illerinden ya da kaçı Kürt bilmiyoruz ancak çoğunluğun Kürt olduğunu tahmin etmek elbette zor değil.  Ben de 2016 baharında Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Birimine çağrıldım. Bir soruşturma için ifade vermem isteniyordu. Yaklaşık 10-13 civarında sosyal medya paylaşımlarımdan bir dosya oluşturulmuş ve “terör propagandası” suçlaması ile hakkımda soruşturma açılmıştı. Savcı, bu sosyal medya paylaşımlarında kullandığım bazı kelimelere takılmış ve bu kelimeler üzerinden “terör örgütü propagandası” yaptığıma kanaat getirmişti.  Bu kelimelerden biri “Kürdistan” idi.  Emniyette ifademi alan polis, bu kelimeyi neden kullandığımı ve bu kelime ile neyi kastettiğimi soruyordu.  Oysa, Kürdistan kelimesi yasalarla yasaklanmamıştı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan dahil çeşitli siyasetçiler geçmiş yıllarda konuşmalarında “Kürdistan” kelimesini kullanmıştı. Soruşturmaya konu olan bir diğer kelime ise memleketim Diyarbakır’ın Kürtçe ismi olan “Amed” idi. Oysa,  “Amed” kelimesi de belediye reklam panoları dahil kentin birçok yerinde yıllardır kullanılıyordu. Bir başka kelime “Newroz” idi, yani Kürtlerin bahar bayramı.  Emniyetteki polis bana her bir kelimeyi neden kullandığımı ve o kelimelerle ne kastettiğimi soruyordu. Ben de uzun uzun anlattım, birinin memleketimin ismi olduğunu, diğerinin yaşadığım coğrafyanın ismi olduğunu, bir diğerinin binlerce yıldır kutladığımız bahar bayramımız olduğunu…   2016 sonrası birçok Kürt meslektaşım gibi ben de sosyal medya paylaşımlarımdan dolayı onlarca soruşturma, ev baskını, dava, gözaltı ile karşı karşıya kaldım. Bunların hemen hemen hepsi savaşa karşıtı paylaşımlarıma ilişkindi. Açılan dava ve soruşturmaların büyük bir kısmı “sıradan” vatandaşların CİMER’e yaptığı şikayetler üzerine açılmıştı. Yani, sosyal medya paylaşımlarımız sadece devleti değil, “vatandaşı” da rahatsız ediyordu. Nitekim Kürtler olarak sosyal medya paylaşımlarımızdan dolayı sadece devletten değil toplumun birçok farklı kesiminden de şiddete maruz kalıyoruz.  Bugün Türkiye’de sosyal medyada bir Kürdün dili, kültürü ya da coğrafyasına ilişkin haklarını savunması cesaret istiyor. Bırakın Kürtler ve Kürdistan ile ilgili bir konuyu, bir Kürt olarak çoğunluğun hoşuna gitmeyen herhangi bir konuda yazması bile sanal şiddete uğramasına neden olabiliyor.  Geçen hafta sokak röportajı sırasında bazı yurttaşların kendilerinin muz alamadığını ama Suriyelilerin bolca muz yiyebildiğini söylemesi üzerine bir grup Suriyeli genç sosyal medyadan muz yeme görüntüsü paylaşarak bu ırkçı ve ayrımcı söylemi hicivli bir şekilde protesto ettiler. Sosyal medyadaki tepkiler üzerine bu Suriyeli sekiz genç önce gözaltına alındı ve daha sonra sınır dışı edilmelerine karar verildi. Bu sekiz gencin yaptıklarını beğenmesek de bunun ifade özgürlüğü olduğu ve sınır dışı edilmemeleri gerektiğine ilişkin attığım birkaç tweet sonrası sosyal medyada saldırıya maruz kaldım ve bir gün içerisinde 100’e yakın Twitter hesabını engellemek zorunda kaldım. Bana yazılanlardan birkaç örnek vereyim:

Terörist karı, yallah sen de onlarla Suriye’ye.

Senin gibi teröristleri beslediğimiz yetmiyor, bir de Suriyelileri besleyeceğiz.

Vatan hainleri.

Orospu. Suriyeliler seni …sin

Bir Kürt olarak Türkiye’de sosyal medyada hangi konuda fikir belirtirseniz belirtin, eğer o fikir beğenilmiyorsa Kürtlüğünüz ön plana çıkartılıyor ve bu da “terör” ile eşleştiriliyor. Kürtlerin attığı hoşa gitmeyen tweetler Emniyet birimlerine iletiliyor. Böylece sosyal medya Kürtler için çoğu zaman özgürlükten uzak, çok tehlikeli bir alan haline gelebiliyor.  Bu da beraberinde büyük bir otosansürü getiriyor. Son yıllarda ben de çoğu Kürt gibi sosyal medyada kullanmamam gereken “sakıncalı kelimeler” listesine sahibim. Kürt illerinde yaşananları yazmak artık çok zor ve büyük bir cesaret istiyor. Çünkü, sosyal medyada kullandığınız her kelime sadece kendinizin değil, ailenizin, çocuklarınızın hayatlarını da etkiliyor. Kullandığım her kelime çocuklarıma ev baskını, korku, travma olarak dönüyor.  Şimdi yeni bir sosyal medya yasası geliyor.  Sosyal medyada dezenformasyonun engellenmesi gerekçesiyle hazırlandığı söylenen bu yasa tasarısı bir ay içerisinde Meclis’e sunulacak. Bu yasa ile sosyal medyada özgürlüklerin daha da kısılması bekleniyor. İnternet özgürlüklerine ilişkin mücadele eden kuruluşlar konu ile ilgili endişelerini dile getirmeye devam ederken ben sadece küçük bir hatırlatma yapmak isterim: Biz Kürtler o özgürlüklere uzun zamandır sahip değiliz. Bu ülkede sadece fiziken değil sanal alemde de Kürtler olarak özgür değiliz. 

Sosyal medya: İfade özgürlüğü için dost mu düşman mı?

  • Gazeteci Demirel: Twitter, Kürtçeyi sansürledi
  • ARTICLE 19: Sosyal medya platformları hesabınızı kapattıysa, bize ulaşın!
  • Özturan: Mecraların kendilerini var edenin kullanıcılar olduğunu hatırlamaları gerek
  • Avukat Deniz-Atalar: Ticari kaygılarla etik konusunu arka planda bırakıyorlar
BARIŞ ALTINTAŞ
“Bu suni bir cevap, insani değil! Karşımda duyguları anlayan bir insan olsa, beklerim, bir hafta, iki hafta ne kadarsa, sorun değil!” 2002’den beri İsrail - Filistin sorunuyla ilgili dünyanın önde gelen Batılı haber ajanslarında da yayınlamış görsel ve videoları paylaştığı YouTube kanalı “terör örgütü” yanlısı olarak tanımlanıp kapatılan Filistinli gazeteci Muath, hesabının açılmayacağına dair aldığı mesaj karşısında hissettiği çaresizliği bu sözlerle anlatıyor. “Onlarca başvuru yaptım, videolara bağlantıları paylaştım. Sonuç olarak, aynı görseller diğer hesaplarda kaldı. Hep aynı cevabı aldım: Başvurunuz reddedildi.” Muath, sayıları giderek artan sosyal medya platformları tarafından hesabı kapatılmış onlarca kullanıcıdan biri. İfade özgürlüğüne yönelik baskılar, sivil toplum ve gazetecileri bu platformlara mahkum ediyor ama bu şirketler, muhalif sesleri baskıcı hükümetlerden içerik kaldırma talebi dahi gelmeden bastırmakla suçlanıyor. Örneğin, birçok dijital hak örgütü başta Facebook Inc. şirketleri olmak üzere Twitter, TikTok, Google, YouTube, Venmo, Wikipedia ve Zoom tarafından Muath gibi birçok Filistinliye ait şiddet içermeyen yüzlerce hesabın, paylaşımın ve hashtagin silindiğini belgeledi. Londra merkezli ifade özgürlüğü kuruluşu Article 19, #MissingVoices (Eksik Sesler) kampanyasıyla hesapları askıya alınan gazeteci, yazar, sanatçı ve aktivistlerin hikayelerini paylaşıyor. Filistinli gazeteci Muath da hikayesini işte buradan duyurdu.

‘Algoritmalar çoğulculuğa zarar veriyor’

ARTICLE19’e göre, sosyal medya şirketlerinin uyguladığı içerik yönetim yöntemleri, internette söyleyebileceklerimiz, okuyabileceklerimiz veya izleyebilecklerimiz üzerinde platformlara olağanüstü bir güç veriyor. ARTICLE19 Avrupa ve Orta Asya Ekibi lideri Sarah Clarke, “Buna rağmen, sosyal medya platformları algoritma kullanımından doğan sorunlar da dahil olmak üzere içerik moderasyonunda uyguladıkları yöntemlerle ilgili olarak hesap vermiyor” diyor. Avrupa Basın ve Medya Özgürlüğü Merkezi (ECPMF) Medya Özgürlüğü Acil Müdahale Koordinatörü Gürkan Özturan’a göre ise dijital mecraların özellikle son on yıldaki tekelleşme girişimleri, haber alma kaynaklarını kendilerine bağımlı hale getirme çabaları, algoritma aracılığıyla belirli görüş ve kesimlere ayrımcılık yapması uzun zamandır bir sorun olmaya devam ediyor. Platformlarda asimetrik bir ilişki ile belirli içeriklerin öne çıkarıldığı ve bunun da toplumun düşünce yapısından oy verme pratiklerine kadar birçok konuda yönlendirilmesine neden olabildiğinin belgelendiğini söyleyen Özturan, “Elbette burada kastettiğim, tüm dijital mecraların ülkelere temsilci atayarak içerik politikalarını iktidarların insafına bırakmaları gerektiği değil. Aksine, algoritmalarını açarak bunu kişiler için özelleştirirken dışarıdan müdahalelere kapalı hale gelecek şekilde ve çoğulcu düşünceyi barındırabilecek bir ortamda yapmaları” diyor.

Twitter’dan Kürtçeye sansür 

Article 19’nın peşine düştüğü seslerden bir tanesi de Türkiye’de eksiltilmişti. Geçtiğimiz yıl, Yol TV’nin ve aralarında Murat Bayram, Mevlüt Oğuz ve Ferid Demirel’in de olduğu gazetecilerin Twitter hesapları gerekçe gösterilmeden askıya alınmıştı. Hesapların Kürtçe haber paylaşıldığı için askıya alındığı düşünen gazeteci Demirel, “2012 yılından bu yana kendi adımla kullandığım hesabım, Mart 2020’de bir sabah askıya alındı. Kafka’nın ‘Dönüşüm’ romanındaki cümle gibi oldu ama sahiden de bir sabah uyandım ve hesabımın askıya alındığını gördüm” dedi. Peki hesabı bu şekilde askıya alınan bir gazeteci neler yapabilir? Demirel, tüm prosedürleri araştırdıktan sonra Bianet Kurdî’ kurumsal hesabını açtırabildiğini ancak kişisel hesabını açtıramadığını söylüyor: “Twitter’in resmi itiraz süreçlerinin hepsini onlarca kez izledim. Sonuç alamayınca, Twitter’in basın servisine mailler yazdım. Türkiye’deki PR şirketinden yetkililerle görüştüm. Yine Türkiye’deki hukuk işlerini yürüten hukuk bürosu ile irtibat kurdum. Ama nafile...” Demirel, nedeni belli olmasa da Twitter’dan hayatının sonuna kadar yasaklanmış olabilir: ”Son olarak da Twitter’ın ‘topluluk kurallarını ihlal ettiğim’ gerekçesiyle bir daha hesap açmamak üzere ismimin ‘kara listeye’ yazıldığını fark ettim. Geçen ay, Apple hesabımı kullanarak kendi adıma bir hesap açtım. Şimdiye kadar kapatmadılar ama belki bu söyleşiyle hesabımı fark edip kapatabilirler.”

Başka bir internet mümkün mü?

Son yıllarda Sosyal İkilem gibi belgeseller ve teknoloji şirketlerinin eski çalışanlarının itirafları, sosyal medyanın hayatın ve toplumun dokusuna verdiği zarar verdiğini savunanların artmasına yol açtı. Peki sivil toplum, sosyal medya şirketlerinden ifade özgürlüğü başta olmak üzere temel özgürlüklere saygı duyması yönünde bir beklenti içinde olmalı mı? Ankara Barosu Bilişim, Teknoloji ve Hukuk Kurulu Başkan Yardımcısı Avukat Gülşah Deniz-Atalar, platformların ifade özgürlüğüne saygı duyması konusunda yüksek beklentilere sahip olmanın naifçe olduğunu düşünüyor: “Dezenformatif içeriklerin engellenmesi teknik olarak bu kadar zor değilken ticari kaygılarla etik konusunu arka planda bırakıyorlar. Bu konuda da yapabileceğimiz bir şey yok ne yazık ki. Özellikle son dönemde aşı karşıtlarının kolayca örgütlenip her türlü içeriği manipüle etmelerinin önüne geçilmemesi bile bu şirketleri sorgulamak için yeterli.” Ancak herkes bu kadar karamsar değil: ARTICLE 19, bu bağlamda sivil topluma büyük sorumluluk düştüğünü söylüyor. Kurum #MissingVoices kampanyası aracılığıyla Türkiye’de içeriği veya hesapları platformlar tarafından gerekçesiz kaldırılmış kullanıcılardan tanıklıkları topluyor ve platformlara hesap sorabilmek için Türkiye’deki herkese çağrıda bulunuyor: “Kurallara uyduğu halde sosyal medyada paylaşımları kaldırılan herkesin buradaki anketi doldurarak bizimle hikayesini paylaşmasını istiyoruz.” Gürkan Özturan da ARTICLE 19 ile benzer düşünüyor: “Önceki yıllarda birçok kez sivil toplum ve bağımsız haberciler çeşitli mecraları öne çıkararak bu dijital sansür uygulamalarının etrafından dolaşmaya çalışıp başarısız olmuştu. Günümüzde bu kadar dağınık, bağımsız merkezin böyle bir yapıyı alt etmesi ne kadar mümkün emin değilim. Ancak toplu bir halde uyarı niteliğinde bir eylem yapılmadığı takdirde mecraların bu kıymetli bilgi kaynaklarının değerini de anlayabileceğini düşünmüyorum. Mecraların, aslında kendilerini var eden şeyin kullanıcılar ve yayıncılar tarafından oluşturulan içerik olduğunu hatırlamaları gerekiyor.” Hesabı Twitter tarafından gerekçe gösterilmeden kapatılan gazeteci Demirel, alışkanlıklardan ve “popüler” olandan vazgeçmenin zor olduğunun farkında olsa da, başka platformlarda kendi sesini duyurmayı düşündüğünü söylüyor. Demirel’e göre, gazeteciler belirli mecraların dışında da kendilerini ifade edebileceği mecralar oluşturmaya çalışmalı: “Nasıl ki başka bir dünya mümkün diyorsak, başka bir sosyal medya mümkün de diyebiliriz!“

‘Yerli ve milli’ otomobilin uluslararası tahkimle sınavı

HAKKI ÖZDAL
Makine teknisyeni George Gould, Amerika Birleşik Devletleri’nin Virginia eyaletindeki Clifton kentinde küçük üreticiler ve girişimciler için bilgisayar teknolojileri desteği sağlayan “The Office of George Gould” ya da kısaca TOGG’u kurduğunda şirketini büyütüp satmayı hayal etmişti belki ama kuruluşundan 20 yıl sonra şirketinin binlerce kilometre uzaklıktaki Türkiye’nin iktisadi, siyasi ve hukuki durumunu özetleyen bir “kriz” hikayesine yol açacağı aklının ucundan dahi geçmezdi. Gould’un iktisadi girişimi “TOGG Incorporated” ile Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi girişimi Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kuruluş yılları itibariyle akranlar. Gould, internet ve bilgi teknolojilerinin hızla endüstriyel üretim üzerinde etkili olmaya başladığı yıllarda harekete geçerek şirketini 2001 yılında kurdu. Aynı yıllarda ise Erdoğan ekonomik ve siyasi krizlerle yıpranmış statükonun çözümsüzlüklerine karşı hem Türkiye’nin egemen güçlerini hem de yılgınlık içindeki toplumu arkasından sürükleyecek bir rüzgar yaratan bir dizi vaat ile partisini kurdu. Ne var ki Erdoğan’ın girişimi açısından işler bir süre sonra hızla değişmeye başladı. 2011 seçimlerinden sonra yaygınlaşan otoriterleşme tartışmalarına zemin olan uygulamalar, 2013’ten sonra küresel ekonomik koşulların aleyhe dönmeye başlaması ve içeride yaşanan siyasi çatışmalar “peri masalını” giderek gerilimi yüksek bir hikayeye çevirdi. 2016’daki darbe girişimi sonrasında uygulamaya konulan OHAL yönetimi hukuki ve idari mevzuatı aşmayı sağlayacak olağanüstü koşullar yarattı. Bu koşullar iktidar sahiplerine sıra dışı bir konfor sağlasa da aynı zamanda bir “kondisyon” ve hatta “vizyon” sorununa yol açacak yan etkilere de yol açtı. TOGG’la ilgili hikaye ise tam olarak bu yan etkilerin dışa vurumudur. Erdoğan iktidarının özellikle 2016’dan itibaren dilinden düşürmediği “yerli ve milli” söyleminde bir içe dönüklük saklıdır. Bu, siyasal olduğu kadar iktisadi yanları da olan (ya da olması arzulanan) bir hamledir. Her ne kadar “tekrarlanan” 2015 seçimlerinde “İlk yerli uçağımız göklerde” sloganları reklam panolarını süslese de bu “yerli ve milli” söyleminin Başkanlık rejimi yolunda bir rüya-slogan üretmenin ötesine geçmesine çabalandı. İlk başkanlık seçiminden bir gün sonra, 25 Haziran 2018’de ilk “yerli” otomobil üretimi için adım atıldı: Türkiye'nin Otomobili Girişim Grubu Sanayi ve Ticaret A.Ş.(TOGG) “Yerli ve milli otomobil”, politik söylemler ile iktisadi arayışların birleştiği “hibrit” bir proje gibi görünüyordu. Erdoğan yönetimine yakınlığıyla bilinen sermaye gruplarının yanında, TÜSİAD Yöneticisi Tuncay Özilhan’ın Anadolu Grubu ve bir dönem iktidar tarafından “eski vesayet güçleri” arasında sayılan İnan Kıraç’ın Kök Grubu, Varlık Fonunun en büyük hissedarı olduğu Turkcell ve uzun süredir hükümetin bir bileşeni gibi davranan TOBB da bu girişim de yer alıyordu.  Sermayenin çeşitli kesimleriyle devlet olanaklarını birleştirecek bir “büyük proje” görüntüsü… TOGG, kuruluşundan 17 ay sonra, 27 Aralık 2019’da, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katılımıyla, üreteceği araçların tanıtımını yaptı. Ne var ki kısa sürede “yerli ve milli” otomobilin tasarımcısının bir İtalyan şirketi olduğu anlaşıldı. TOGG’u “yerli ve milli” yapan üretim denmişti ve üretimin Gemlik’te, 2 milyon metrekare alan üzerine kurulu, yılda 175 bin üretim kapasitesine sahip bir fabrikada yapılacağı söyleniyordu. Bu büyük girişim için .tr uzantılı web adresi de alınmıştı: togg.com.tr. Doğal olarak küresel oyuncu olma iddiasındaki TOGG şirketinin, togg.com alan adını da almış olması lazımdı. Öyle ya, böylesine büyük bir girişimin marka adının internetteki izdüşümü olan alan adının halihazırda bir başkasına ait olduğunu fark etmemesi mümkün müydü? Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü'nün (WIPO) Eylül ayı başında verdiği bir karar bu soruyu cevapladı. WIPO’nun 1 Eylül tarihli kararı aynı zamanda TOGG’un  “yerli ve milli otomobil” sürecini en amatör girişimcilerde dahi görülemeyecek bir umursamazlıkla yürüttüğünü gösterdi. TOGG, togg.com alan adı için WIPO Tahkim ve Arabuluculuk Merkezine, bu alan adını 18 yıldır kullanan The Office of George Gould'u 21 Haziran 2021’de yani Erdoğan’ın tartışmalı Kanal İstanbul Projesinin temel atma töreninde müstakbel yatırımcılara uluslararası tahkim üzerinden güvence vermesinden tam beş gün sonra şikayet etti. Erdoğan’ın güvence olarak gösterdiği o tahkim kuruluşlarından biri olan WIPO, TOGG’un şikâyetini 29 Haziran’da işleme koydu. Ancak TOGG, 6 Temmuz’da “The Office of George Gould” ile uzlaşmak istediğini belirterek bu başvuruyu geri çekti ve WIPO davayı 11 Ağustos’a kadar askıya aldı. Bu tarihe kadar herhangi bir uzlaşma bildirilmediği için dava 12 Ağustos 2021'de yeniden başladı ve 24 Ağustos’ta dosyaya tek sorumlu Hakem olarak Matthew Kennedy  atandı. Şikâyetçi  TOGG’un temsilcisi Gün+ Partners Şirketi “George Gould’un alan adıyla ilgili herhangi bir hakkı veya meşru bir menfaati” bulunmadığını iddia ettiği dava dilekçesinde: “TOGG markaları Türkiye dâhil dünya çapında bir itibara sahiptir. Davalının [bu] markalarından haberdar olduğu kesindir. 27 Aralık 2019'da TOGG araçlarının lansmanı çok geniş bir alanda duyuruldu. TOGG markaları, lansmandan önce ve sonra medyada sıklıkla yer aldı. Davalının, bu harika ürün lansmanı nedeniyle muazzam bir izlenim yaratan TOGG markasının yüksek itibarından haksız menfaatler elde etmek amacıyla, ihtilaflı alan adını kötü niyetle elinde tutması muhtemeldir” ifadelerini kullandı. Başka bir deyişle, avukatlar “harika bir lansmanla muazzam bir izlenim yaratmış, yüksek itibarlı TOGG şirketinin alan adını 18 yıl önce almış olan George Gould bunu bilmiyor olamaz” diyerek ihtilafı Gould’un “kötü niyetine” bağladı. George Gould ve temsilcileri, alan adının 2003’te oluşturulduğunu söyleyerek kendilerini savundu. Alan adı verilerini içeren Whois’e göre 13 Temmuz 2005’te şirketin adı tescillenmiş. Togg.com alan adına sahip olan “The Office of George Gould”, 2010 yılında TOGG Inc. işletme adı ve alan adı da dahil olmak üzere varlıklarını CedarPC Inc. adlı bir şirkete satmış. Bu şirket daha sonra T.C.B. Associates, Inc. ile birleşmiş. Davalı aynı veriler üzerinden web sitesinin çözümlendiği başka örnekler de göstermiş. Şu anda togg.com alan adı kullanıcılarını tcbinc.com (TCB – Taking Care of Business, Inc.) sitesine yönlendiriyor. Bu şirket de Virginia’da bulunuyor. Gould, bu adı 18 yıldır kullandığını, şirketini satmış olsa bile müşterileriyle halen bu isim üzerinden bağlantı kurduğunu söyleyen Gould, savunmasını şöyle sürdürüyor: “Davacı, 2018 yılında kurulmuş, hiçbir şey üretmiyor, hiçbir şey satmıyor, müşterisi ve ürün itibarı yok ve bir markanın fiili kullanımının gerekli olmadığı bölgelerde yakın tarihli çeşitli ticari marka tescilleri elde etmiş durumda.” Tahkim kuruluşunun TOGG’un talebini reddettiği kararında ise bu durum davacı için çok daha “can yakıcı” biçimde ifade ediliyor. Kararda Gould’un kötü niyetle hareket ettiğine dair hiçbir kanıt olmadığından ve dahası bu alan adının 18 yıldır kullanıldığından bahsediliyor. WIPO, şikayetçinin 2018’de TOGG'u marka olarak seçtiğinde ihtilaflı alan adının zaten kayıtlı olduğunu bilmekle yükümlü olduğunu ve davalının yıllar sonra böyle bir otomobil markasının ortaya çıkacağını bilmesinin mümkün olmadığını söyleyerek Gould’un bu alan adını TOGG’a satmak gibi bir girişimde de bulunmadığına dikkat çekiyor. Dahası Tahkim, TOGG ve hukuki temsilcisinin karşı taraf için öne sürdüğü “kötü niyet” iddiasını kabul edilebilir bulmadığı gibi terse çeviriyor: “Bu nedenle Tahkim, ŞİKAYETİN KÖTÜ NİYETLE YAPILDIĞINI ve İDARİ İŞLEMİN KÖTÜYE KULLANILMASINI İÇERDİĞİNİ beyan eder.” Yakın zaman önce müstakbel Kanal İstanbul yatırımcılarına güvence olarak işaret edilmiş uluslararası tahkim, yerli otomobil TOGG için, mealen, “bunca zamandır aklınız neredeydi” ve “asıl kötü niyetli siz görünüyorsunuz” diyor. Bunca tumturaklı bir girişim için hazin bir hukuki final! Ama bu sonuca giden yollarda, ülke içinde hukuka ve fikri haklara karşı yıllardır sürdürülen bir tutumun, arzulanan mahkeme sonuçların içeride kolayca elde edilmesinin yol açtığı bir kayıtsız keyfiliğin izleri görülmüyor mu? Unutmayalım ki Türkiye aylardır “çökme” sözcüğüyle ifade edilen olayları tartışıyor.

“Dijital egemenlik” duvarları yükselmeye devam ediyor: Almanya’nın G10 yasa tasarısı

Gürkan Özturan

“Hususi” veri farkındalığı Türkiye’de birçok kişi için en çok “fişleme” üzerinden konuşulmuş bir mesele. Hâlbuki, fişlemelerin ötesinde aslında hepimizi birer büyük veriye çeviren devasa bir araç olarak, hususi veriler özellikle son 10 yıldır gittikçe artan bir etkinlikle her yanımızı sarıyor. Bunun bir yansıması karşımıza çıkan sosyal medya reklamları, bir diğeri yalan haberlere inanma potansiyelimiz üzerinden kodlanarak manipüle edilme ihtimalimiz, bir diğeri ise istihbarat teşkilatlarının potansiyel suçu önleme amacıyla yaptığı gözetim şeklinde ortaya çıkıyor. Hâli hazırda faaliyet gösteren yeterince takip ve gözetim mekanizması bulunurken, Almanya’da var olan istihbarat faaliyetlerinin yetki alanını dijital hizmet sağlayıcıların devletin gözetim faaliyetlerine yardımcı olma zorunluluğunu öngören bir yasa tasarısı gündeme geldi. Bu yeni yasa tasarısına dair çekincelerimi paylaşmak istiyorum.

Yeni gözetim yetkileri

G10 adı verilen ve istihbarat teşkilatlarının her türlü şifrelenmiş görüşmeyi takip edebilecek şekilde yeni bir mekanizma kullanmasına olanak verecek bu yasa, Türkiye gibi ülkelerde yaşayan herhangi bir cihaz aracılığıyla dijital varlık gösteren yurttaşlar için de büyük dert olacağa benziyor. Hatırlanacağı üzere 2020 yılı boyunca Sosyal Medya Yasası’nın gerekliliğine dair konuşmalar yapılırken; yasa tasarısının gerekçelendirilme süreci ve apar topar getirildiği mecliste yapılan “görüşmeler” boyunca Almanya’nın dijital mecralar yasası NetzDG örnek olarak gösteriliyordu. Bunu doğrulayacak nitelikte olan bir başka örnek ise; Fransa’da olağanüstü hâl uygulamalarını andıran “Ulusal Güvenlik Yasası” kapsamında polis faaliyetlerinin kayıt altına alınmasını yasaklayan maddelerin, Türkiye’de Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 1 Mayıs öncesi yurttaş gazeteciliğinin tümden yasaklanması anlamına gelen ve sahada bulunan memurların gazeteci faaliyetlerini engellemek için gerekçe olarak gösterdiği genelgede yer alıyor olması.

Dijital egemenlik kopyaları

Avrupa’daki yasaları kopyalayıp kendi ajandasına hizmet etmesi için çarpıtan uygulamalar elbette yalnızca Türkiye’de bulunmuyor. Hindistan, Brezilya, Macaristan ve Polonya gibi ülkelerde de G10’un Almanya’da yeni genişleme aşaması için sabırsızlanan kişiler mutlaka vardır. Avrupa’da daha güvenilir ve oturmuş demokrasinin yer aldığı ülkelerden birinde böyle bir tasarının kanunlaşması, diğer ülkeler için bir öncü adım niteliği taşıyor ve hemen ardından onların da egemenlik yetkileri kapsamında kendilerine yeni vazifeler yükleme eğilimleri ortaya çıkıyor. Geçtiğimiz günlerde Global Network Initiative’in bir toplantısında Avrupa’daki “dijital egemenlik” girişimlerinin Türkiye, Rusya, Çin, İran, Brezilya, Hindistan gibi ülkelerde yerel gündeme uygun şekilde dönüştürülerek kötü uygulamaları çağdaşlaştırdığı ve yurttaşların yaşamlarında olumsuz bir hâle getirildiği dile getirilmişti. Benzer ifadeler ayrıca Freedom House’un her yıl yayınladığı İnternet Özgürlükleri Raporu (Freedom on the Net) içerisinde de yer buldu ve “dijital egemenlik” duvarlarının yükseldiği bu dönem özel bir bölüm olarak ele alındı. Avrupa’da hızla tasarlanan yasalar, birçok baskıcı ülke tarafından uzun zamandır “bir yerel benzeri” olma iddiasıyla esin kaynağı olarak örnek alınıyorlar.

İtirazın yerelliği

Yereldeki kötü uygulamalara bir itiraz gelmesi durumunda bu ülkelerdeki iktidarların bahaneleri çoğu zaman birbirlerinin birer kopyası gibi: “Ama … ülkesinde de benzer bir durum var buna ses etmiyorsunuz.” Sınır dışındaki kötü uygulama örnek gösterilerek küresel yurttaşlık beklentisi, yetkisi ya da gerekliliği olmayan yurttaşa yükleniyor. Bununla birlikte memnuniyetsizliğini dile getirenler çoğu zaman bir adım sonrasında ihanete varabilecek çeşitli suçlamalarla itham edilebiliyor. Ancak Almanya’da şu an tasarı hâlinde olan bu yasa, temelsiz suçlamalar için de adeta bir fırsatlar merkezi olacağa benziyor. Tasarı hâliyle G10, Almanya’da toplum üzerindeki gözetim faaliyetlerini derinleştirmeyi hedefliyor. Kanunlaşırsa Askeri İstihbarat Teşkilatı MAD’a, Almanya’da yaşayanların cihazlarına “iletişim izleme kaynağı” yerleştirme yetkisi vererek, şifreli görüşmelerin bile takip edilebilmesinin önünü açacak nitelikte. Kanunu yalnızca askeri istihbarat değil; ulusal ve bölgesel istihbarat birimleriyle kapsamı oldukça geniş olan polis teşkilâtı da uygulamaya alabilecek. Bu yetkilerle donatılmış istihbarat servislerine sızmış olan aşırı sağ yeraltı örgütlerinin varlığının geçtiğimiz yıllarda ne şekillerde ifşa olduğunu, bu örgütlerin göçmenler başta olmak üzere hedef seçtiği kişilere Almanya’da ne şekilde yaklaşıldığını göz önüne alırsak; bu yasanın getirmiş olduğu yeni yetkilerle kötüye kullanım ihtimalinin gelebileceği boyutları düşünmek işten bile değil. Bir kişinin üç yıl önce gerçekleştirdiği uluslararası bir seyahat sırasında sonradan “terör örgütü üyesi” olmakla itham edilmiş birinin yanındaki koltukta oturmuş olması, kendisinin soruşturmaya maruz bırakılması ve hatta sorgulanması için yeterli sebep olarak görülürken; tüm elektronik cihazlar aracılığıyla gözetim altında tutularak bir dikiz-devleti oyuncağı hâline getirildiği yasanın neticesinde ne şekillerde yeni “makul” şüphelere maruz kalabileceği ise yaratıcılığınızın büyüklüğüyle sınırlı olabilir ancak.

Yasa nasıl işleyecek?

Almanya’daki güvenlik yasalarına göre devlet; istihbarat faaliyetleri için ülkede yaşayan herkese dair gözetim faaliyetlerini belirli çerçeve içinde ve ölçüde gerçekleştiriyor, fakat yurttaşların hususiyet hakları başta olmak üzere temel hak ve hürriyetlerini ihlal edecek uygulamalardan kaçınmak durumunda. G10 yasa tasarısı ise dijital hizmet sağlayıcılara, yetkililere gözetim konusunda yardımcı olması için yeni bir “vazife” yüklemekte; fakat yasanın şu aşamada tartışılan hâliyle bu vazifenin neleri kapsadığı ve ne şekilde uygulamaya geçirileceğine dair bir açıklık bulunmuyor. Bu tür muallak ifadeler yasayı kötüye kullanıma açık hale getiriyor ve istihbarat birimleri içerisinde faaliyet gösteriyor olabilecek aşırı sağ örgütlerin hedef gözeterek “delil” yaratmasına olanak sağlayabilecek bir noktaya götürüyor. Uzmanlar bu vazifenin, özel şirketlere elektronik cihazların içine devlet gözetimini kolaylaştıracak açıklar yerleştirilmesi şeklinde olabileceğini ve tüm cihazlar aracılığıyla ülkede yaşayanların gözetiminin önünü açabileceğine dikkat çekiyor. Burada bahsi geçen cihazlar yalnızca bilgisayarlar ve telefonlarla sınırlı kalmıyor, aynı zamanda diğer cihazlarla iletişime geçebilen, “şeylerin interneti” kapsamında değerlendirilebilecek akıllı kahve makinelerinden klimalara ve hatta fırınlara kadar kapsamlı elektronik bir donanıma uzanıyor.

Dijital sınırların yetersizliği

Dijital çağda dünyanın herhangi bir yerinde açılmış bir arka kapı, dünyanın tamamına açılmış demektir. Böylesi bir yasa, yalnızca Almanya’da yaşayan milyonlarca kişinin değil, tüm dünyanın dijital güvenliğini tehdit ediyor ve önümüzdeki dönemlerde çok daha büyük siber saldırılara da yol açabilir. Bir istihbarat birimi için yerleştirilecek bir arka kapı, ilk olarak büyük verileri çalmak için her yolu deneyen hacker çetelerinin hedefi olacak ve zaten sorunları aşikâr olan hususi veri güvenliği meselesini iyice içinden çıkılmaz bir hâle getirerek tabiri caizse “herkesin herkesi gözetleyebildiği” devasa bir “Biri Bizi Gözetliyor Evine” dönüştürecektir. Almanya yıllardır yurttaşlarının hususi verilerini ve haklarını korumak konusunda iyi örnekler sergilemiş bir ülkeydi. Hatta bu veri güvenliği odaklı yaşam tasarımı, şahsi deneyimlerim açısından öğrencilik dönemimde beni defalarca şaşırtan ve zihnimi açan birçok uygulamayı idrak etmemi sağlamıştı. Ancak gelinen noktada bu yasa tasarısı önümüzdeki yıllara dair Almanya’da hususi veri kavramının nasıl algılandığı konusunda, kavrayamadığım bir biçimde, korkunç riskler barındırıyor. G10’un Almanya’daki taslak halini alıp şimdi bunu baskıcı bir rejime örnek olacak şekilde ele alın. Uygulamada sınır tanımayacak olan bu ülkeler, atacakları her adımda Avrupa’yı örnek göstererek hâli hazırda baskı temelinde meşruiyet arıyorlar. Bunu yaparken bir yandan Almanya’da önümüzdeki süreçte göçmenler ve yabancı kökenliler başta olmak üzere yaşanacak mağduriyetleri, büyük ihtimalle birkaç yıl sonra baskıcı rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde muhalif ya da en hafif eleştirel fikri dost sohbetinde dile getiren kişilere kadar yayılabilecek, hatta milyarlarca kişinin hususi verilerini hacker çetelerinin sofrasına sunabilecek bir uygulama olacağını da unutmamak gerekiyor.

Sosyal medya sansürü, adalet arayışına darbe vurabilir

Sosyal medya platformlarına yönelik bant daraltma uygulamasına aylar kala, hak savunucuları adalet arayışını da tehdit eden sansürle topyekün mücadele gerektiğini söylüyor

BARIŞ ALTINTAŞ

Sosyal medya aktivizmi; insan hakları aktivistleri, kadın hareketi, çocuk hakları savunucuları ve kurulu düzenin sistematik olarak dışladığı kesimlerin adalet arayışında kamuoyuna yönelik bilgilendirme ve örgütlenmeyi kolaylaştırarak hayati bir rol oynuyor. Ancak 1 Ekim’de yürürlüğe giren yeni sosyal medya düzenlemesi uyarınca Twitter, Facebook veya Instagram gibi sosyal ağ sağlayıcıları Türkiye’de yerleşik bir temsilci belirlemedikleri takdirde bant genişliği daraltma cezası alacak. Yani platformlara erişim engellenecek. Bu engelleme toplumsal adalet ve hak arayışındakiler için ne anlama geliyor? Kaos GL Medya ve İletişim Program Koordinatörü Yıldız Tar, sosyal ağların, tüm toplumsal eşitsizlikleri yansıtan yapılarına rağmen, Kaos GL ve genel olarak LGBTİ+ hareketi ve toplumu açısından ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kullanılabileceği mecraların çok kısıtlı olduğu bir durumda kolaylaştırıcı bir işlev taşıdığını söylüyor. Tar, “En basit örneği, Hande Buse Şeker davasının kısıtlı ve kapalı görüldüğü dönemde; bu kısıtlılık ve kapalılık kararının kaldırılmasında sosyal medyada yapılan eylemlerin önemli katkısı oldu” diyor. İzmir’de yaşayan trans kadın Şeker’in 9 Ocak 2019 tarihinde, evine müşteri olarak gelen polis memuru tarafından öldürüldüğü iddiasıyla açılan davanın 21 Haziran 2019'da görülen ilk duruşması kapalı olarak görüldü. Kapalılık kararı daha sonra 13 Aralık 2019'daki 4. duruşmada kaldırıldı. Sosyal medyanın kolaylaştırıcı etkisi ile ilgili bir diğer örnek veren Tar: “LGBTİ+ etkinlikleri yasaklandığında sosyal medyada kullanılan ‘LBGTİ+ yasaklanamaz hashtag’i gibi kampanyalar da belli bir farkındalık yaratıyor ve örgütlenmeyi kolaştırıyor” diyor.

‘İfade özgürlüğünün önünü açan bir mecra’

Uluslararası Af Örgütü Türkiye Kampanyalar ve İletişim Direktörü Tarık Beyhan sosyal medyanın tüm dünyada ifade özgürlüğünün herkes için yaygın şekilde kullanılabilmesinin önünü açan bir araç haline geldiğini söylüyor. Beyhan, sosyal medyayı “hak mücadelesinin, kaç kişi olduğunuzdan veya hangi konumları tuttuğunuzdan bağımsız, kazanabileceğiniz bir mücadele olmasını sağlayan ilk iletişim aracı” olarak tanımlıyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’ndan (KCDP) Avukat İpek Bozkurt, yalan haberlerin kolay yayılması, bazen trollerin veya Twitter’da “trending topic” yaratan grupların etkisinin olumsuz olabilmesi gibi nedenlerle, adaletin tesis edilmesinin sosyal medyadan beklemenin doğru bir bakış açısı olmadığının altını çiziyor. Ancak sosyal medyanın sessiz kalınan, hasıraltı edilen, yavaş yürütülen süreçleri göstermek; harekete geçilmesini talep etmek ve eksik kalan ivmeyi yaratmak için bir itici güç olduğunu da ekliyor. “Yazılı ve görsel medyaya getirilen kısıtlar nedeni ile, aslında sosyal medyayı, elimizden geldiğince bilinçli ve sorumlu bir şekilde, bilgilendirme ve kamuoyu etkileşimi için değerli görüyoruz. Sosyal medya Platform’a Türkiye’nin farklı coğrafyalarında, henüz fiziksel olarak temas edemediğimiz nice farklı geçmişten, deneyimden gelen kadınlarla temas etme imkanı sağlıyor. Örgütlenme sürecinin altyapısını oluşturup, kadına karşı şiddet veya kadın cinayeti olayında aynı anda eyleme geçebilmek için aramızda güçlü bir bağ kuruyor” diyor Bozkurt. Çalışma alanları toplumsal cinsiyet, insan hakları ve toplumsal hareketleri kapsayan İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesinden Doç. Dr Itır Erhart da, sosyal medyanın tüm sorunlarına rağmen hak arayışında önemli bir yeri olduğunun altını çiziyor: “Sosyal medyanın ne kadar demokratik, kapsayıcı bir ortam olduğunu sorgulayabiliriz belki ama sesini duyurmakta çok zorlanan, sessizleştirilmeye çalışılan gruplara çok önemli bir alan açtı. Hatırlarsanız Türkiye'de bu alanın bir protesto aracı olarak kullanılması #DefneDervimi ile başladı. Sonra Türkiye'de başlayan ya da burada da karşılık bulan Emek Sineması, Gezi Parkı, #LGBTİHaklarıİnsanHaklarıdır, #BlackLivesMatter... Ana akım medyada görmediğimiz, göremediğimiz sesleri bu sayede duyduk, o sesleri hep birlikte yükselttik, yaygınlaştırdık.”

Temsilci atayan tek platform: YouTube

Bugüne dek YouTube dışında hiçbir sosyal ağ platformu, Türkiye’ye temsilci atamayı kabul etmedi. Yasa ile ilgili gelişmelerde bir değişiklik olmazsa, sosyal ağ sağlayıcıları için Şubat 2021’de %50 oranında bant daraltma, Mart ayında ise %90’a varan ikinci bant daraltma uygulaması başlayacak. Ayrıca, temsilci atayan şirketler hükümetin sakıncalı bulduğu içeriği kaldırmakla yükümlü olacak. Sosyal medyaya yönelik sansür, insan hakları örgütlerinin ve diğer ihlallere dikkat çekmeye çalışanların mücadelesine ne kadar zarar verebilir? Uluslararası Af Örgütü’nden Beyhan: “Bu yasa sosyal medya platformlarını Türkiye hukukuna tabi tutma iddiasıyla aslında Türkiye sınırları içerisinde bulunan herkesi sessizleştirmeyi amaçlıyor. Bugün İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışması kenara bırakıldıysa, sosyal medyada görülen tepki bunu sağlayan en önemli unsurlardan biridir. Bu düzenleme meşru toplumsal muhalefeti ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Özellikle pandemi şartları altında, toplumsal muhalefetin gösterileceği en önemli mecra ortadan kaldırılmış olacaktır” dedi. Kaos GL’nin haber bültenlerinin editörlüğünü üstlenen Tar’a göre ise, bant daraltmayla birlikte savunucular “Kamuoyunun bilgi edinme hakkı ile başlayarak devamında kendi hakkını arayabilme konusunda; hak ihlaline maruz bırakıldığında bunu duyurabilme konusunda ve güçlenebilme konusunda ciddi engellerle karşı karşıya kalacak.”

‘Devlet kurumu gibi sosyal medya, yeni normal inşası’

LGBTİ+ toplumunu bekleyen ikinci bir tehlike ise temsilci atanması durumunda, LGBTİ+ kullanıcılara yönelik olarak zaten kısıtlayıcı kurallar uygulayan Büyük Teknoloji firmalarının bu konudaki düzenlemelerini daha da sert hale getirmeleri olasılığı. Tar bununla ilgili olarak, “Doğrudan ‘biz bu içeriği istemiyoruz, kaldırın’ demekten ziyade o mecranın ruhunu, o mecranın insanlara sağladığı özgürlük alanını adım adım daraltıp, yeni normali inşa etme çabasıdır bu. Bu yeni normalde muhafazakârlık ve ahlakçılığın hüküm süreceğini söylemek gerçekçi olacaktır” diyor. Peki hak örgütlerinin bu “yeni normale” yönelik planları var mı? Uluslararası Af Örgütü’nün yasa ile ilgili yaklaşımını açıklayan Beyhan, “Yasanın çıkmasından önce takip etmeye başladık ve çalışmalara başladık. 2021 yılı itibarıyla da bu konuda daha aktif çalışmaya başlayacağız. Sosyal medya üzerinde artan sansür, sivil alanın daha da daralmasına neden olacaktır. Bu nedenle birçok sivil toplum kuruluşuyla da benzer ve ortak çalışmalar yürüteceğimize eminim” diyor. KCDP’den Avukat Bozkurt, yaklaşan sansüre dair haklı bir endişe içinde olduğunu söylese de, hak arayanların yeni çözümler bulacağına inanıyor: “Bence Türkiye’de tüm hak ihlallerine sesini çıkartan kitleleler var, çünkü biz özgürlüğün değerini biliyoruz. Özgürlüğün değerini, önemini, su gibi vazgeçilmez olduğunu bilen vatandaşlar olduğu sürece sosyal ağ sağlayıcılarının da Türkiye gibi bir coğrafyadan gidebilme imkanları yok. O nedenle her baskının yeni direnişleri doğurduğu gibi, elbette bu yeni internet sansürü, baskısı da bizlere daha da yaratıcı, alternatifler, nefes alabilme imkanları bulmamıza imkan verecektir.” Tar da, sansüre kadar herkesin birlikte durması gerektiğini söylüyor: “İnternetin bizi özgürleştiren her şeyini çıkartıp, orayı bir tür bürokratik kamu kurumuna benzetmeye çalışan bir eylem planı ile karşı karşıyayız. İnterneti internet olmaktan; sosyal medyayı sosyal medya olmaktan çıkarak bir uygulama.” Tar, son olarak,  “Kısıtlamaların sadece insan hakları mücadelesi veren kişileri değil, gündelik hayatımızı etkileyeceği gerçeğini de görmek gerekiyor” diyerek, 2014 yılında torba yasaya eklenen ve sonradan yasalaşan değişikliklere karşı İstanbul’da gerçekleştirilen protestoları hatırlatıyor: “İstanbul’daki kitlesel eylem muazzam bir mobilizasyondu. Orada insanlar ‘İnternetime Dokunma” sloganı üzerinden ‘Bu benim hayatımı şekillendiren; kısıtlayan bir karar’ diyerek sokağa dökülmüşlerdi. Şu an bence böyle bir şeye ihtiyacımız var.”

İnternet çağında demokrasi karşılaşmaları: Unutulma hakkına karşı gerçeği bilme hakkı

Zelal Pelin Doğan*  Her geçen gün bilgi, farklı yollarla ve farklı kanallar aracılığıyla otoriterizme, suça, eşitsizliğe, yoksulluğa karşı mücadelede güçlü bir araca dönüşüyor. İnternetin kullanımı ise bilgiye erişimi daha da mümkün kılıyor ve dolayısıyla kolektif eylemleri, siyasi katılımı ve gerçeği bilme hakkını kuvvetlendiriyor. Gazeteci açısından haber yayma hakkının, halk açısından haber alma hakkının en önemli araçlarından birine dönüşüyor. Bir diğer yandan internette yer alan bilgiler geçmişe dair bir hafızayı da her an herkesin belli imkanlar dahilinde erişebileceği şekilde içerisinde barındırıyor. Hatta birçok olayda görüldüğü gibi internet gözaltı, tutuklama gibi koruma tedbirlerinin uygulanmasını ve devlet makamları tarafından soruşturmaların etkililiğinin artırılması konusunda sorumluluklar alınmasını teşvik ederek mağdurun adalete erişiminde önemli bir işlev görüyor. Ancak internetin bu faydaları birtakım hukuki sorunları da beraberinde getiriyor. Bu sorunlardan biri olan bireylerin internetteki içeriklerden kişisel olarak etkilenmesi, kişilik haklarının ihlali sonucunu da doğurabiliyor. Fakat unutulma hakkından yararlanmak isteyen kişi hakkındaki içerik, özellikle yolsuzluk olayları ve insan hakları ihlalleri gibi konular söz konusu olduğunda bir çatışma alanı da ortaya çıkarıyor. Bu çatışma alanında unutulma hakkı, gerçeği bilme hakkı, haber yayma hakkı ve bilgi edinme hakkı gibi ifade özgürlüğünün bir parçası olan birçok temel hakkın kullanımı ile karşı karşıya geliyor. Özellikle otoriter devletler açısından da bir sansür mekanizmasına dönüşme tehlikesi taşıyor. Son birkaç aydır Türkiye gündemini çokça meşgul eden bu tartışmalar, yasal düzenlemeler, geçmiş kararlar ve yakın zamanda Recep Çakır[1] olayında karşılık bulan uygulama bu yazının yazılmasına da vesile oldu.

Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın kararı ve internette unutulma hakkına ilişkin dünyadaki uygulama örnekleri

İnternette unutulma hakkı ile ilgili olarak ortaya çıkan sorun, yakın zamanda Avrupa Birliği Adalet Divanı'nın (Büyük Daire) 13 Mayıs 2014 tarihli kararında ele alındı. 1998’de bir İspanyol vatandaşı olan Mario Costeja González’ın ödenmemiş bir borcuna karşılık taşınmazı haciz konularak satışa çıkarılmıştı. İspanyol hukukuna göre, satış ilanı La Vanguardia gazetesinde yayınlanmıştı. Birkaç yıl sonra Costeja, gazetenin internet arşivine baktığında Google arama motorunda isminin ilanlarla ilişkilendirildiğini görmüş ve kaldırılmasını talep etmişti. Google’ın arama motorundan içeriğin çıkarılmasını reddetmesi üzerine Costeja İspanyol Veri Koruma Ajansı'na başvurmuştu. Gazeteye ilişkin talep, söz konusu içeriğin yasal bir gereklilik sebebiyle yayınlandığından bahisle reddedilmiş ve fakat Google İspanya ile Google Inc. şirketine kişiyle ilgili arama sonuçlarını kaldırmasına ve gelecekte erişilmesini kısıtlamasına karar verilmişti. Google, bu kararın iptali için dava açmış ve davaya bakan İspanyol mahkemesi konuyu Avrupa Adalet Divanı’na taşımıştı. Google İspanya kararı içerdiği konu itibariyle kişisel verilerin işlenmesi, internet arama motorları, internet sitelerinde yer alan verilerin işlenmesi, bu verilerin aranması, depolanması ve arama motoru yöneticisinin sorumluluğuna ilişkin olarak kişilerin korunması ile ilgili önemli açıklamalar içeriyor. Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı ve Avrupa Parlamentosu’nun 24 Ekim 1995 tarihli 95/46/CE sayılı direktifinde tanınan korumaya dayandırılan bu karara göre bireyler, belirli koşullar altında, arama motorlarından kendileriyle ilgili kişisel bilgileri içeren bağlantıları kaldırmalarını isteme hakkına sahip. Bu işlemin bilgilerin yetersiz, alakasız ya da artık alakasız veya veri işleme amaçları açısından aşırı olduğu durumlarda geçerli olduğunu da eklemek gerekiyor[2]. Ayrıca arama motoru tarafından yapılan müdahale, sadece kişinin adıyla ilgili sorgulara yanıt olarak gelen sayfaların arama sonuçlarından kaldırılmasını kapsıyor, içeriğin internetten tamamen çıkarılmasını değil. Avrupa’da, Güney Amerika’da, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Asya’da kısacası dünyanın hemen her yerinde kişisel verilerin korunması ve özel hayata saygı kapsamında unutulma hakkına ilişkin yasal düzenlemeler yapılmakta, mahkeme kararlarıyla büyüyen bir içtihat oluşmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi[3]’nin de unutulma hakkına değinen kararları bulunduğu hatırlatmak gerekiyor. Ayrıca Google Şeffaflık Raporu da bize bu hakkın uygulama alanıyla ilgili önemli veriler sunuyor[4]. Dolayısıyla hem ulusal hem de uluslararası hukukta unutulma hakkına ilişkin günden güne değişen ve genişleyen bir ilgi söz konusu olduğunu söyleyebiliriz[5].

5651 sayılı Kanunu değiştiren 7253 sayılı Kanun

Türkiye de unutulma hakkıyla ilgili dünyadaki gelişmelerden etkilendiğini ve hem Yargıtay hem de Anayasa Mahkemesi kararlarında bu hak açıkça yer aldığını görüyoruz[6]. Diğer birtakım düzenlemelerle birlikte unutulma hakkına dayanak teşkil eden ve kısa bir süre önce TBMM tarafından kabul edilen 7253 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun[7], 31 Temmuz 2020 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlandı. Bu Kanun, kişilik hakları ihlal edilenlerin talep etmesi halinde içeriğin yayından çıkarılmasını ve arama motorlarında ilişkilendirilmemesini de mümkün kılıyor. Kanunun 5. maddesi ile 5651 sayılı Kanunun 9. maddesinin 1. fıkrasında yapılan değişiklik ve aynı maddeye eklenen 10. fıkra, internet ortamında yapılan yayının içeriği nedeniyle kişilik hakları ihlal edilenlerin talep etmesi durumunda hakim tarafından, başvuranın adının, ihlale konu internet adresleriyle ilişkilendirilmemesine karar verilebileceğini düzenliyor. Ayrıca kararda, Erişim Sağlayıcıları Birliği tarafından hangi arama motorlarına bildirim yapılacağının da yer alacağı belirtiliyor. Kanun taslağının hazırlık sürecinde Avrupa’daki örneklerin incelendiği, Almanya ve Fransa’daki düzenlemelerin örnek alındığı söylenmişti[8].  Leibniz Medya Araştırmaları Enstitüsü Direktörü Prof. Dr. Wolfganz Schulz, pek çok çevre tarafından övülen yasal düzenlemenin dünya çapında ilk olması itibarıyla örnek teşkil ettiğini ve fakat özellikler otoriter devletlerin kendi iç hukuklarında bu şekilde düzenlemeler yapması ve uygulamasının kendi içinde riskler barındırdığına ilişkin bir açıklama yapmıştı. Özellikle düşünce özgürlüğü, temel insan hakları ile hukuk devleti normlarına riayeti düşük ülkelerin, otokratik rejimlerin Almanya’daki yasayı referans göstererek kötüye kullanabileceği, sansüre veya muhalif sesleri susturmaya yönelik müdahalelere yol açabileceği tehlikesine dikkat çekmişti[9].

Geçmişin denetimi veya geleceğin inşası

URL’lerin internet arama motorlarından kaldırılması her ne kadar kişiye kişisel verileri üzerinde kontrol sağlama imkanı tanısa da dönemin Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı’nın dediği gibi bu hak mutlak bir hak değildir ve geçmişin tamamen silinmemesi, ifade ve basın özgürlüklerinin önüne geçmemesi gerekiyor[10].  Dolayısıyla unutulma hakkı ile ifade özgürlüğü karşı karşıya geldiğinde üstün kamu yararı, toplumsal barış, cezasızlığın ortadan kaldırılması amaçlarıyla hareket etmek gerekiyor. Türkiye’de gazetecilik faaliyetleri ve ifade özgürlüğü üzerindeki olağanüstü baskı; kadınlara ve dezavantajlı gruplara yönelik olarak gerçekleştirilen sistematik şiddet, saldırı ve öldürme eylemleri; koruyucu mekanizmaların bu baskı ve şiddeti önleme ve ortadan kaldırmada yetersiz oluşu; toplumsal hafıza ve bir yüzleşme kültürünün olmayışı hem haber yayma ve bilgiye erişim hakkı bakımından sansüre hem de toplumsal hafızayı silerek cezasızlık sorununun büyümesine yol açabilir. Dolayısıyla bu düzenlemenin iki sonucu olabilir: Birincisi ifade ve basın özgürlükleri üzerindeki baskının ve sansürün artmasıdır. Mevcut durumda erişim engelleme kararı öncelikle suç unsuru teşkil ettiğine kanaat getirilen yayına, habere, resme vs. yönelik alınması gerekirken uygulamada genellikle yayının bulunduğu internet sitesinin tamamına erişim engellendiğini görmek mümkün. İçeriğin çıkarılması ihtimali de söz konusu olduğu için haber yayma hakkı, bilgi edinme hakkı gibi ifade özgürlüğünün bir parçası olan hak ve özgürlüklere yönelik müdahalelerde meşru amaç, orantısızlık gibi sorunlar daha fazla karşımıza çıkacak gibi duruyor. Bu durum da özellikle belli konulardaki içeriklerin, mesela yolsuzluk olaylarına ilişkin kamu görevlileri hakkında yapılan haberlerin, arama motorlarından kaldırılması talebinde konunun kamuyu ilgilendiriyor olması, kamunun üstün yararına ilişkin olması, güncelliğini koruyor olmasının göz önüne alınmasını gerektiriyor. İkincisi ise toplumsal bir hafızayı barındıran ve bunu gelecek kuşaklara taşıyabilme kapasitesine sahip olan internette içeriklerin silinmesinin geçmişe dair bilgiyi yok etmesidir. Özellikle geçiş dönemi adaletinin adli olmayan süreçlerinde hafızanın aktarılması açısından çok etkin bir rol oynayan internetin, günümüzde, geleğin inşasındaki rolünün tartışmasız olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla internette geçmişin muhafazası, toplumsal barışın hakim olduğu bir geleceğin kurulmasını ve gerçeği bilme hakkının sağlanmasını da teşvik ediyor. Gerçeği bilme hakkı veya diğer adıyla hakikat hakkı, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi tarafından devredilemez ve özerk[11] bir hak olarak ilan edilmesine rağmen bazı uluslararası otoriteler tarafından henüz uluslararası bir sözleşmeyle açık ve tartışmasız bir şekilde geçerli kılınmamış ve bir norm olarak yerleşmemiş olsa da ifade özgürlüğünün bir parçası olarak yorumlanıyor. Amerikalılar Arası İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına göre hakikati bilmek toplum ve bütün insanlığı etkiler [12], bu sebeple hiçbir müzakere bu ağır insan hakları ihlallerine karşı cezasızlık sonucunu doğuramaz [13]. Bu durumda, bir toplumun tarihsel hafızasını koruyan, hukukun üstünlüğünü savunan ve garanti eden yönetimlerin, verilerin korunmasında ve geçmişe ilişkin hafızanın gelecek nesillere aktarılması ve iletilmesinde önemli bir rol oynaması gerekir. Bu çerçevede toplumun belli bir kesimine, hayvanlara karşı işkence ve kötü muamele failleri ile yoğun ve sistematik bir şekilde hukuka aykırı eylemler gerçekleştiren kişilerin talepleri belirleyicidir. Mesela emir komuta zincirinde en alt seviyede olsa bile askeri diktatörlük dönemlerinde gerçekleştirilen insanlığa karşı suçların faillerinin talepleri olumsuz olarak değerlendirilmelidir. Hatta artık Türkiye’de kadınlara karşı sistematik olarak suç işlenen, koruyucu mekanizmaların ortadan kaldırıldığı/hiç uygulanmadığı hukuki ve politik bir durumda bu hakkın uygulanmaması gerekiyor. Tüm dünyanın deneyimlediği üzere toplum vicdanını yaralayan, kamu barışını engelleyen ve tarihsel hafızayı yok eden, geçmişi denetim altına alan müdahaleler hem gelecek inşasını olumsuz yönde etkilemeye hem de cezasızlık politikalarını körüklemeye devam ediyor. *Avukat. E-mail: This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. [1] “Tecavüzden hükümlü milli güreşçi istedi, onlarca haber sansürlendi”   http://www.diken.com.tr/tecavuzden-hukumlu-milli-guresci-istedi-onlarca-haber-sansurlendi/ [2] Court of Justice of the European Union (CJEU), Google Spain SL and Google Inc. v Agencia Española de Protección de Datos (AEPD) and Mario Costeja González, Case C‑131/12, 13 May 2014. https://eur-lex.europa.eu/legal-content/EN/TXT/HTML/?uri=CELEX:62012CJ0131&from=EN, parag. 93 [3] ECHR, M.L. ve W.W. v Germany, Appl. Nos: 60798/10 and 65599/10, 28 June 2018. [4] https://transparencyreport.google.com/eu-privacy/overview?hl=tr [5] Bu yazının niteliği itibariyle unutulma hakkının hukuki kaynaklarına dair daha fazla açıklama yapılmayacaktır. Fakat konunun ilgilileri detaylı incelemelere şu kaynaklardan ulaşılabilir: Can Yavuz, Unutulma Hakkı, Seçkin Yayıncılık, 2. Baskı, Nisan 2018; Eren Sözüer, Unutulma Hakkı, İnsan Hakları Hukuku Perspektifinden Bir İnceleme, On İki Levha Yayıncılık, Ekim 2017. [6] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2014/56 E. 2015/1679 K. sayılı 17/06/2015 tarihli kararı ile Anayasa Mahkemesi’nin N.B.B. Başvurusu, B. No: 2013/5653, 03/03/2016; Aslı Alp ve Şükrü Alp Başvurusu, B. No: 2014/18260, 04/10/2017; Asım Bayar ve Veysel Bayar Başvurusu, B. No: 2014/4141, 04/10/2017; G. D. Başvurusu, B. No: 2014/1808, 04/10/2017; Gözde Yiğit Başvurusu, B. No: 2014/16026, 05/10/2017; Fahri Göncü Başvurusu, B. No: 2014/17943, 05/10/2017; C. K. Başvurusu, B. No: 2014/19685, 15/03/2018. [7] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2020/07/20200731-1.htm [8] “Sosyal medya düzenlemesinde Almanya modeli” https://www.gazeteduvar.com.tr/politika/2020/07/14/sosyal-medya-duzenlemesinde-almanya-modeli/; “Son dakika haberi: Sosyal medya düzenlemesinde neler var? İşte çalışmanın detayları” https://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-haberi-sosyal-medya-duzenlemesinde-neler-var-detaylar-belli-oldu-41555145 [9] “Alman sosyal medya yasası Türkiye’ye örnek olur mu?” https://www.dw.com/tr/alman-sosyal-medya-yasas%C4%B1-t%C3%BCrkiyeye-%C3%B6rnek-olur-mu/a-54033328 [10] Viviane Reding, Vice President, Eur. Comm’n, The EU Data Protection Reform 2012: Making Europe the Standard Setter for Modern Data Protection Rules in the Digital Age 5, 22 January 2012. http://europa.eu/rapid/pressReleasesAction.do?reference=SPEECH/12/26&format=PDF [11] United Nations Human Rights Council: Report of the Office of the High Commissioner for Human Rights, Right to Truth, 7 June 2007, A/HRC/5/7 [12] Sentencia Corte IDH 25/11/2003, Caso Myrna Mack Chang vs. Guatemala, serie C No 101, §  274. [13]Sentencia Corte IDH 22/02/2002, Caso Trujillo Oroza vs. Bolivia, serie C No 92, § 274.

Türkiye'de dijital sansürün kısa tarihçesi

İktidar, zannettiğiniz gibi hükümetten değil, bu devasa sistemden oluşuyor. Kimin hükümet olduğu değil önemli olan, sistemin özü önemli. O yüzden bu kısa tarihte de bir “devamlılık” görüyorsunuz.

Barış Büyükakyol Türkiye’de internet kullanımı, uluslararası gelişimiyle neredeyse eşzamanlı olarak, 1990’lı yılların ikinci yarısında yaygınlaştı. 2001 yılına gelinceye kadar interneti düzenlemek için herhangi bir özel hukuki girişim görmedik. O döneme kadar tek tük müdahalelere örnek olarak, eski Türk Ceza Kanununun (TCK) 159. Maddesinin birinci fıkrası uygulanarak mahkumiyetle sonuçlanmış iki dava verilebilir: Emre Ersöz ve Coşkun Ak davaları… Her iki dava da kurumları “tahkir ve tezyif etmek” suçlamasıyla açılmıştı. (Daha sonra 159. Madde yeni TCK’ndaki ünlü 301. Maddeye dönüştü.) İnternet ile ilgili, sansüre de yolu açan ilk cezai düzenleme DSP-MHP-ANAP koalisyonundan geldi. Sene 2001 idi. Basın Yayın Yasasına interneti de dahil edip her yayının bir kopyasının valiliğe ve basın savcılığına gönderilmesini şart koşan, yeni suçlar yaratan bir kanun tasarısıydı bu (Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, Basın Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, T.B.M.M. (S. Sayısı : 682), Dönem: 21 Yasama Yılı: 3). Bu bir sansür yasası değildi. Çok daha ağır cezai yaptırımlar getiriyordu. İnterneti sadece medyaya indirgeyen bir yaklaşıma sahipti. Örneğin her internet yayınının künyesi ve sorumlusu olmasını istiyorlar ve TCK’nın ilgili yasalarını işleterek ciddi hapis cezaları öngörüyorlardı. 2001-2002 dönemi böyle geçti. Ciddi bir muhalefet yapıldı, Baroları arkamıza aldık, Bilişim STK’ları çok daha aktifti. 1. Bilişim Şurası bu sıralarda toplandı. Kamuoyunu yanımıza çekmeyi bir şekilde başardık. Yasa Cumhurbaşkanından döndü. Aynı yasayı biraz değiştirip 4676. Sayılı Kanun olarak tekrar Meclisten geçirdiler. Yayının basılı kopyasını sunmak komedisi kalktı, ama hakaret, yalan beyan “ve benzeri eylemler” suçlamaları baki kaldı. Yasa, özellikle milletvekillerine yönelik eleştirileri engellemek, meclis dışı siyasal muhalefeti etkisizleştirmek amacını taşıdığı gerekçesiyle yoğun bir biçimde eleştirildi. Yasa tekrar önüne geldiği için Cumhurbaşkanı onaylamak durumunda kaldı ve yasa geçti. Bu arada TCK’daki bilişim suçları ve internetle ilgili sorunlu maddeler de DSP-MHP-ANAP koalisyonunun eseridir. Bu aynı hükümet, Genelkurmay Başkanlığı’nın hazırladığı Bilgi Güvenliği Yasasını da çıkarmaya çalıştı. Ama yasa geri çekildi. Çokuluslu şirketler ciddi karşı lobi yaptı, çünkü kantarın topuzu kaçmış, şirket gizliliği diye bir şey kalmamıştı. Her türlü bilgi devlet malı haline geliyordu. Şirketleri kollasalardı, kişisel mahremiyeti tümüyle hiçe sayan bu yasa da sorunsuz bir şekilde geçerdi. Yani küresel kapitalizmin de yararları oluyor! Medeni Kanunda yer alan hakaretle ilgili maddelerin internete uygulanması da bu hükümet döneminde başladı. Şimdi Adnan Oktar o dönemde yerleşmiş hukuki tenayülleri kullanarak sitelere erişimi engelletebiliyor. Bilişim hukukunun tartışılmaya başlandığı 2000 yılından 2002’nin sonuna kadar, DSP-MHP-ANAP koalisyonu internet ve bilişimle ilgili tek bir olumlu düzenleme yapmadı, sadece olumsuz düzenlemeler geliştirdi. Meraklısı 1. Bilişim Şurası’nın Hukuk Raporunu okusun. Hala internette. (2. Bilişim Şurası Raporu, nedendir bilinmez, yayından kaldırılmış. Taslak raporu şuraya yerleştirdim.) Sonra kriz patladı, hükümet düştü. Ak Parti dönemi başladı. İlk hükümet dönemi, bazı güzel hayallerle geçti. İvme kazanan Avrupa Birliği uyum sürecinin de bir gereği olarak, STK’larla çalışacağız dediler, bazı olumlu düzenlemelerle ilgili olarak görüşlerimize başvurdular. Bilgi ve iletişim teknolojilerinini bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi hedeflerinin koordinasyonu için e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu’nu kurdular, STK’ların da en azından “izleyici” olarak katılmasına izin verdiler. Sadece olumlu düzenlemeler yapacağız dediler. Yıllardır çıkması için uğraştığımız, bir önceki hükümetin yüzüne bile bakmadığı e-imza yasasını geçirdiler mesela. Sonradan kadük hale gelse de, Bilgi Edinme Yasası o dönemde geçti (yasayı kadük hale getiren bürokrasi ve kolluk kuvvetleridir, yasayı istisnalarla delik deşik edip, rövanşını “Devlet Sırrı” kavramıyla aldılar). Herkes internet sansürünü 2007’den başlatma eğilimindedir. Oysa 2001-2006 yılları internet sansürünün yükseliş dönemidir. 2000 ile 2007 yılları arasında, sanıldığının aksine, birçok site engelleme olayı yaşanmıştır. Nedense bunlar pek göze batmadı. Başta Türk Ceza Kanununun ilgili madeleri olmak üzere, Medeni Kanun, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gibi düzenlemelerin hükümlerine dayanarak, yetkili mahkemeler tarafından verilen pek çok erişim engelleme kararı, doğrudan internet servis sağlayıcıları tarafından uygulandı. (Bunların en ünlüsü subay.net sitesidir.) Bu engelleme kararlarının büyük kısmı, devleti ve kurumlarını aşağılama gerekçesiyle verildi. 2005’te MÜYAP’ın FSEK yoluyla “yetkili kurum” statüsü kazanmasıyla engellemelerin sayısı bir anda arttı. 2005-2007 arasında 1500’den fazla site sadece MÜYAP girişimiyle engellendi. (Son MySpace ve Last FM engellemeleri de olayı taçlandırdı) Sonra Ak Parti’nin ikinci dönemine girdik. Ortam sertleşmeye ve AB süreci tavsamaya başladı. 2006 sonu ve 2007 başı, etkili bir medya operasyonuyla, önce satanizm, sonra da çocuk pornografisi bahanesiyle internetin “halk düşmanı” ilan edildiği dönem oldu. Gençler ve çocuklar internetten korunmalıydı, yoksa ya satanist olup intihar edecekler, ya da çocuk tacizcilerinin eline düşeceklerdi Böyle bir hava estirildi. Önce Adalet Bakanlığı 2006 Haziran’ında bir taslak hazırlamaya başladı. Taslak bir ceza hukuku metniydi ve bilişimle ilgili tüm suçları bir torbaya atıp tüm cezaları da ½ oranında artırmayı amaçlıyor, hatta yeni suçlar yaratıyordu. Taslak sansür değil kıyım yasasıydı. Sessizce ortadan kayboldu. Bir başka taslak daha hazırlanmaya başlandığı duyuldu. Bu kez taslak metin içerik suçlarını düzenleyecek, bunu için de AB Siber Suçlar Konvansiyonu’na uygun olarak iki temel suçu ele alacaktı: Çocuk pornografisi ve ırkçılık… İnternet ve bilişim hukuku ile ilgili sivil çevreler olarak, bizler bu taslağa destek vermeye karar verdik. Bu konuda çeşitli görüşler üretip Adalet Bakanlığı’na sunduk. Ancak bu sırada Ulaştırma Bakanlığının internet operasyonunun başladığını bilmiyorduk. İnterneti ve giderek tüm bilgi ve iletişim teknolojilerini Ulaştırma Bakanlığına bağlama operasyonu…. Konuyla yeterince ilgil olmayan diğer bakanlıklar ve bu arada Adalet Bakanlığı devre dışı bırakıldı ve çocuk pornografisi taslağının yerine yerine 5651 kod adlı internet sansür yasasını geçiriverdiler! Bizim üzerinde çalıştığımız taslak da diğer bilişim suçları kanun taslağı gibi gizemli bir şekilde ortadan kayboluverdi… 5651 Sayılı “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun” Meclisten hızla geçti. CHP Milletvekili Osman Coşkunoğlu dışında bu yasaya muhalefet eden tek bir milletvekili bile olmadı. Hatta muhalefet partileri “Torba Yasa”nın içini daha da doldurmak için uğraştı. Atatürk’e hakaret de bu arada muhalefet milletvekillerinin önerisiyle torbaya girdi, ama neyse ki “laikliğe ters davranış” gibi ekstra öneriler devre dışı kaldı! Yasa Cumhurbaşkanına gönderildi. 2002′de RTÜK yasasını hak ve özgürlükleri kısıtlıyor diye geri çeviren Cumhurbaşkanı Sezer, 2007′de 5651′i şak diye onayladı… (İktidar erozyonuyla gelişen “devlet refleksi” olsa gerek…) Yasa çıktıktan sonra, interneti hedef alan dezenformasyon kampanyasının birdenbire dindiğini gördük. Satanistler ortadan kayboldu. Çocuk pornografisi suçlamasıyla tutuklananların çoğu salıverildi (çünkü “yakalanan” materyalin çocuk pornografisi değil yasal porno olduğu anlaşıldı). Ama bu bilgi toplum hafızasında hiç yer tutmadı (Ben bu durumu, ilk körfez savaşı sırasında tüm medyanın kullandığı petrole bulanmış zavallı karabatak kuşunun, aslında Fransa açıklarındaki tanker kazasının kurbanı olduğu anlaşıldığında, bu dezenformasyon ortaya çıktığında, hiç bir tepkinin doğmamış olmasına benzetirim). 5651’in ne demek olduğunu anlatmayacağım. Yakın tarihin bu bölümünü herkes yeterince biliyor: 3000’den fazla sansürlenen site, yönetmeliklerle giderek ağırlaştırılan ve sansüre denetimi, izlemeyi, dinlemeyi de ekleyerek bireysel hak ve özgürlükleri ihlal eden bir mekanizma… Oto-sansürün yaygınlaşması, kurum ve kuruluşların, üniversitelerin, belediyelerin keyfince uyguladığı filtreleme ve denetim sitemleri… Böylece Türkiye internet sansürcüsü ülkeler ligindeki yerini almış oldu… Peki, Ulaştırma Bakanlığının internet operasyonu nasıl yürüdü? Önce E-Dönüşüm İcra Kurulunu kadük hale getirdiler. Bu kurul, kısmi bir yönetişim ve katılım sistemiyle bilgi ve iletişim teknolojileri hakkındaki politika, strateji ve eylem planlarının üretilmesinden sorumluydu. İçinde dört bakan, bir başbakan yardımcısı, meslek örgütleri, ilgili kamu kurum ve kuruluşları ve STK’lar bulunuyordu. Gerçi sivil katılım izleme ile sınırlıydı, ama bu bile birşeydi. Kurul’un başında o zamanki Devlet Bakanı Abdüllatif Şener vardı. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) de kendisine bağlıydı. DPT kurulun sekreteryasını yürütüyordu. DPT, bir planlama teşkilatı olarak odağını e-devlete çevirdi ve STK katılımcısı bizlerin tüm uyarılarına rağmen “bilgi toplumu” ve “bilgi ekonomisi” gibi çok daha geniş hedeflerle ilgili herhangi bir yaklaşım geliştirilmedi. Bu boşluk da Ulaştırma Bakanlığı tarafından gayet iyi bir şekilde değerlendirildi. 2006 yılında “Bilgi Toplumu Stratejisi” ve ekli Eylem Planı ortaya çıktığında, ana odağın mekanik e-devlet çalışmalarından ibaret olduğunu ve internet ile ilgili tasarruf yetkisinin Ulaştırma Bakanlığına havale edildiğini gördük. Onlar da beklendiği gibi, merkeziyetçi paradigmayı aynen internete uygulamaya koyuldular. Normalde Telekom sektöründe serbestleşmenin sağlıklı yürümesi için icat edilen ve bağımsız olması gereken Telekomünikasyon Kurumu’nu (TK) kendilerine bağlayıp, sonra da Elektronik Haberleşma Kanunu (EHK) kapsamında adını değiştirip (Bilgi Teknolojileri Kurumu – BTK) bu mekanizmanın çekirdeği haline getirdiler. TK daha önce de işlevini tam olarak yerine getiremiyordu (Telekom sektöründe fiili tekel hala devam ettiğine göre serbestleşmeden söz etmek ironik olur!), Koalisyon döneminde MHP’nin kadrolaşma odağı haline gelmişti ve böyle devletçi temayüllere hep teşneydi. Ak Parti, EHK kapsamında kurumun adını, işlevini değiştirip TK’yı MHP kadrolarından temizledi ve kendi kadrolarıyla bilgi ve iletişim teknolojileri ve internet düzenleme, denetleme ve yönetim kurumuna dönüştürdü. 2007 sonunda ortam gerilip Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldıktan sonra, kabine değişikliği oldu. Abdüllatif Şener gitti, yerine Nazım Ekren geldi. Sonra o da gitti derken, e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu tamamen etkisizleşti. Bütün bu süreçte Kurul’a vekaleten başkanlık eden kişi Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım idi… Bu operasyon sürerken, yasalar çıkarken, muhalefet, yani ne CHP ne de MHP gıkını çıkarmadığı gibi sonuna kadar da destek verdi. Nitekim 5651′in böyle torba bir yasa haline gelmesi, Atatürk meselesinin işin içine sokulması bu iki partinin eseridir. Yani demem odur ki, ne zaman internet rüştünü ispatladı, ordu, emniyet, istihbarat ve bürokratik elitler bastırmaya başladı, bu işe el atın, diye. 2001-2005 döneminde gördüğümüz olumsuz düzenleme örnekleri bu baskının bir sonucudur. Siyasilerin de canına minnet. İnternet gibi dinamik, ele avuca gelmez bir ortamı başıboş bırakmaya gönülleri razı olmadı! Ak Parti’nin ilk döneminde havanın biraz değişip sansür ve denetim mekanizmasının yeraltı nehri gibi akması, yapılan tek tük olumlu düzenlemeler, sadece AB sürecinin dinamizmi yüzündendir. (O dönemde ciddi bir baskıcı girişim olmadığı için toplumsal tekpi de yoktu. Siteler sessizce, dağıtık mahkeme kararlarıyla ve ISS’ler eliyle engelleniyordu.) Kısacası bu konunun siyasi partilerle değil, Türkiye’deki bürokratik devlet mekanizması ve onun merkeziyetçi yönetsel modeliyle ilgisi var. İktidara kim gelirse gelsin, kamu yönetim reformu yapılıp bu mekanizma dönüştürülmeden, birey hak ve özgürlüklerine saygılı bir demokratik hukuk devleti kurulmadan, daha ne sansür, ne izleme, ne denetlemeler göreceğiz! Elbette, bir de AB uyum sürecini vargücümüzle desteklememiz gerekiyor! Çünkü hak ihlallerinin önündeki en büyük engel bu süreç… Şimdi de gelelim bu işin nasıl devam edeceğine ilişkin öngörülerime… Şu habere bir bakın: “Ulaştırma Bakanlığı, 27 Eylül – 1 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da 10. Ulaştırma Şurası’nı gerçekleştirecek. Ulaştırma Şurası öncesi gerçekleştirilen İletişim Altyapı Çalıştayı sonucunda hazırlanan raporda “Türkiye’nin 2023 Bilişim Hedefleri”ne ilişkin 105 ana hedef belirlendi.” Bu Şura’da internetle ve BİT ile ilgili önemli hedefler konuşulacak. Bu tür platfomlarda çok bulunduğumdan, hele de 2023 gibi herkesin bayıldığı sembolik bir tarih hedeflenmişken, neler konuşulacağını gayet iyi tahmin ediyorum. Ama bu kez işin arka planında farklı dinamikler de olabilir. Bu Şura o kadar kapsamlı ki, şimdiye kadar farklı bakanlık ve kamu birimlerine adreslenen bir sürü konu, nedense gelip Ulaştırma Bakanlığına bağlanıyor. Adı “Ulaştırma Şurası” olan bir platformda bu bilişim hedeflerinin konuşulması yeretince ironik değilmiş gibi! Bence bu toplantı Ulaştırma Bakanlığını’nın internet ve tüm bilgi ve iletişim teknolojileri sektörü ile ilgili planlarını taçlandıracak. Bu tür konular eskiden e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu’nun gündemiydi. Ulaştırma Bakanlığı bu kurulun kadük kalmasıyla birlikte mevzileri birer birer ele geçirmeye başladı. Ama hatırlayalım, bu operasyon daha önce başladı… Taa 2006′da… Ulaştırma Bakanlığı önce Adalet Bakanlığını by-pass edip 5651 çıkarıp TK’yı işin içine sokup interneti kendine bağladı. Sonra TK’yı BTK yapıp tüm BİT sektörünü benden sorulur dedi. Bu arada 5651 kapsamında oluşturulan bir kurul olan İnternet Kurulu’nu da bünyelerinde kurup, STK’ları içine alıp bir tampon mekanizması oluşturdular. Böylece Bilişim STK’larını etkisiz hale getirdiler. Operasyonun bir sonraki adımı bakanlığın adını değiştirip Bilgi Teknolojileri ve Ulaştırma Bakanlığı yapmak… Bu arada, Başbakanlık bünyesindeki e-Devlet Danışma Kurulu bir yasa taslağı hazırladı (E-devlet ve Bilgi Toplumu Yasa Taslağı). Bu taslağa göre bir kurul oluşturulacak ve e-devletle ilgili konular onlardan sorulacak. Buradaki niyet, kadük olan e-Dönüşüm İcra Kurulu yerine Başbakanlık bünyesinde yeni bir kurumsal yapı oluşturmak. Burada bir işbölümü ortaya çıkıyor… Ulaştırma Bakanlığı çok geçmeden, önce BTK’nın yetkilerini genişleten bir yasa tasarısı, sonra da bakanlığın adını değiştirecek bir başka yasa tasarısı gündeme getirecektir. Bunu yapabilir, çünkü Başbakan e-devlet konusunu umursamakla birlikte, geri kalan konularla Ulaştırma Bakanı’nın ilgilenmesinden memnun olacak gibi görünüyor. Dolayısıyla Başbakanlık’taki danışma kurulunun işi zor (bu arada hazırladıkları yasa tasarısı tamamen merkeziyetçi ve başarısız olmuş eski yapının zaaflarını şiddetlendirerek yansılayacak gibi görünüyor. Bkz. “e-Devlet ve Bilgi Toplumu Kanun Tasarısı Taslağı”: Yönetişim fobisi, Özgür Uçkan) Sansürün geleceğinde, üç vadeye kadar, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın devreye girmesi ve HADOPI-OPPSI yasalarından “esinlenilen” yeni Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nu görüyorum! Bu konuda Ulaştırma Bakanlığı da destek olur, çünkü yeni yasaya göre izleme-denetleme işini BTK bünyesindeki TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı) yapacak. Bu da TİB’e iyi bir bütçe aktarımı ile IP bazlı izleme için yeni bir sistemin kurulmasıyla mümkün olacağına göre! Al gülüm ver gülüm.. Bütün bunların üstüne Genelkurmay Başkanlığı, çekmecesindeki Ulusal Bilgi Güvenliği Yasa Tasarısı’nı çıkarırsa, olay taçlanır o zaman. Hala kişisel verilerimizin hukuki korunma altında olmadığını, bu konudaki yasa tasarısının yıllardır Meclis’e gelip gelip geri döndüğünü, kolluk kuvvetlerinin istisna talepleriyle delik deşik olmuş bir şekilde çıkarsa da kadük olacağını düşünürsek (Bkz. Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’nun devlet sırlarıyla kadük hale gelmesi…), işimiz zor... Yani, sansür mekanizması, dinleme, izleme, denetleme mekanizmalarıyla birleşerek büyüyecek, anayasal hakkımız olan düşünce ve ifade özgürlüğümüzün yanı sıra iletişim özgürlüğümüz ve bireysel mahremiyet hakkımız da ihlal edilecek demektir. Daha önce söyledim. Ama tekrarlamam gerek: Bu mekanizma siyasi partilerin eseri değil. Bu, merkeziyetçi, hantal, atıl ve eski paradigmaya bağlı yönetsel modelin ve onun ürünü olan bürokratik sistemin eseri… İktidar, zannettiğiniz gibi hükümetten değil, bu devasa sistemden oluşuyor. Kimin hükümet olduğu değil önemli olan, sistemin özü önemli. O yüzden bu kısa tarihte de bir “devamlılık” görüyorsunuz. İktidarlar her yerde “düzenleme”den denetlemeyi, izlemeyi ve yönetmeyi anlarlar. Demokrasi bu anlayışın birey lehine denetlenmesi ve kısıtlanmasıdır. Hukuk devleti budur: hukukun bireyi devletten koruduğu, bu amaçla devleti denetlediği, açık, şeffaf, sorumlu ve hesap verebilir sistem…

Samizdat - Bölüm 3

Martin Puchner'ın kitabındani alınarak yerelleştirilen, seri halinde yayınlıyor olduğumuz bu makale; ağın bugün kullanıyor olduğumuz hali için onu özgürleştirecek benzetmenin matbaa değil, samizdat olduğunun zamansız kanıtlarındandır. Serinin ilk yazısını okumak için tıklayın. Serinin ikinci yazısını okumak için tıklayın. Yüzlerce okur ve dağıtımcı tutuklansa da, samizdat asla durdurulamıyordu. Çünkü okunmaya değer edebiyatın tek kaynağıydı. Ahmatova Ağıt'ı Soljenitsin'e okuduğunda, bu şekilde dolaşımda olan 300 civarı yazar vardı. Soljenitsin de bu yazarlardan biriydi ve Ahmatova Soljenitsin'in İvan Denisoviç'in Bir Günü romanının samizdat versiyonunu bu sayede okumuştu. Ahmatova'nın Ağıt'ı hapishane kapılarında umutsuzca beklemeyi tasvir ederken, Soljenitsin okurları gulag kısaltma adıyla bilinen hapishane sisteminin kalbine götürüyordu. Roman, tüyler ürpertici derecede gerçekçiydi. Soljenitsin romanında, tipik bir mahkûmun uyan çağrısı ve biraz fazladan yiyecek elde etme çırpınışları ile başladığı ve sıfırın altında sıcaklıklarda, yetersiz kıyafetlerle inşaat işlerinde çalışarak devam ettiği bir gününü anlatıyordu. Soljenitsin, gulag'daki hayatın insanlıktan ne denli uzak olduğunun ve öfkesini ne kadar yansıtırsa yansıtsın asla yeterli olmayacağının farkındaydı. Bu yüzden, gerçekleri çırılçıplak gözler önüne seren tasvirlerin en etkili silah olacağını düşünerek okurlara kendi kendilerine öfkelenme şansı tanımayı tercih etmişti. Soljenitsin, benzer bir yaklaşımın Primo Levi gibi yazarlar tarafından Nazi esir ve ölüm kamplarındaki çok daha beter şartları aktarmak adına kullanıldığını bilmiyordu. 20. yüzyıl edebiyatının zenginliği ve işlevi üzerine düşündüğümde, faşizm ve totalitarizmin dehşetine tanıklık eden yazarlar hep ön sırada gelir. Evet, çok daha erken dönemlerdeki yazarlar da şiddetin resmini çizmekten çekinmiyorlardı. İlyada'da Homeros ve kâtibi, bir mızrağın insan bedenine nasıl girdiğini ya da bir insanın başının nasıl parçalandığını son derece detaylı bir biçimde anlatır. Fakat sıradan insanların sistematik bir biçimde kitleler halinde esarete mahkûm edilişini aktarmak, yepyeni bir zorluktu. Sadece kralların ve kahramanların değil, sıradan insanların hayatlarıyla da ilgilenmeyi öğrenen edebiyat, bu zorluğu aşmaya hazırdı. Yirminci yüzyıldaki bu iki gelişme, kitlesel tutuklamalar ve edebiyat, birbiri ile buluşup tanıklık etmenin eşsiz edebiyatına evrildi. Soljenitsin ne yazdığını çok iyi biliyordu. İkinci Dünya Savaşı'nda görev yaptığı sırada, arkadaşına yazdığı bir mektupta Stalin hakkında aşağılayıcı yorumlarda bulunmuştu. Bu sebeple tutuklandı ve sekiz yılını gulag'da geçirdi. Stalin'in ölümünün ardından serbest bırakıldı fakat Kazakistan'a sürüldü. Orada son derece ilkel bir kil barakada yaşadı. Satın aldığı ilk şey, gulag'da yaşadıklarını kelimelere dökmek adına Moskva 4 model bir daktiloydu. Bu süreç oldukça meşakkatliydi çünkü Soljenitsin hızlı yazamıyordu. Gulag'dayken ondan boşanan eski eşiyle tekrar evlendiğinde üretim süreci hızlandı çünkü eşi, tıpkı samizdat daktilocuları gibi on parmak yazmayı biliyordu. Gulag hakkında yazmak tabuydu, bu sebeple Soljenitsin taslakları ve notlarını yakıyor, sadece tek bir kopya tutuyor, onu da karmaşık bir saklama sisteminde muhafaza ediyordu. Fakat 1962 yılında Ahmatova ile tanıştığında her şey değişmişti. Soljenitsin'in Leningrad'a gitmesinin asıl amacı Ahmatova‘ya saygılarını sunmak değil, İvan Denisoviç'in Bir Günü'nün Novy Mir'de basılacak oluşuydu. Bu dergi, Rus edebiyatında önemli bir yere sahipti: samizdatın gizli dünyası ile devlet destekli yayıncılığın arasında duruyordu. Soljenitsin'in romanını resmi bir dergide basmak son derece zordu. Editörlerin bazı tavizlerle memnun edilmesi gerekmişti ve reformist güdülerle hareket eden Kruşçev, yayın izni için parti heyetini ikna etmişti. Sonunda tüm uğraşlara değmişti: Dergi edisyonunun bir milyon kopyası üretilecek, buna ek olarak ayrı bir kitap edisyonu yüz bini aşkın kopya ile piyasaya sürülecekti. Buluştuklarında Ahmatova ve Soljenitsin'in bu rakamlardan haberi yoktu, fakat bu baskıların sansasyon yaratacağını biliyorlardı. Samizdat'ın bastırılmış gücünü bünyesinde barındıran bir metin, devlet kontrolündeki "Gutenberg kudreti" ile halkın gözü önüne çıkacaktı. Bu yeni gelişmelerden Ahmatova da nasibini aldı. İvan Denisoviç'i yayınlayan Novy Mir, Ağıt olmasa da Ahmatova'nın sadece samizdatta dolaşan bazı şiirlerini ortaya çıkardı. Altmışların başında, bir başka olanak ortaya çıktı: Yurtdışında basım. Özellikle Almanya olmak üzere birçok ülkede, Rus eserleri yayınlama hazır birçok basımevi türemeye başladı. Süreç zor ve tehlikeliydi. Müsveddeler ve el yazmalarının, genellikle mikrofilmlerde gizlice Rusya'dan çıkarılması ve basılan kitapların tekrar kaçak olarak ülkeye sokulması gerekiyordu. Ayrıca yazarlar da tehlike altındaydı, bu sebeple samizdat olarak adlandırılan bu yurtdışı yayımların üzerinde genellikle "yazarın izni olmadan yayınlanmıştır" notu bulunuyordu. Önce Ahmatova ve yakın arkadaşlarının zihinlerinde yaşamını sürdüren ve sonraları gizli samizdat ağı ile dolaşıma sürülen Ağıt, bu sayede ilk kez 1963 yılında samizdat olarak basıldı. (i) http://www.martinpuchner.com/written-world.html

Samizdat - Bölüm 2

Martin Puchner'ın kitabındani alınarak yerelleştirilen, seri halinde yayınlıyor olduğumuz bu makale; ağın bugün kullanıyor olduğumuz hali için onu özgürleştirecek benzetmenin matbaa değil, samizdat olduğunun zamansız kanıtlarındandır. Serinin ilk yazısını okumak için tıklayın. Ahmatova gibi bir şair için, şiir hem tehlikeli hem de son derece gerekliydi. Tüm bir halkın kederini, korkularını ve çaresizliğini ifade olanak sağlıyordu. Yeni şiirinin adını Ağıt koymuştu. Apaçık bir hikâye anlatmıyordu. Stalin yılları fazlasıyla ezici, karmaşık ve darmadağınıktı. Bunun yerine Ahmatova, birkaç satır diyalogla ya da hatıralarından ufak bir olayla, geçmişi özenle işlenmiş anlara dönüştüren bir cümleye ya da bir imgeye indirgediği enstantaneler sunuyordu. Şiirin en açık bölümü, her gün hapishanelerin önünde toplanarak sevdiklerinin sürgüne ya da idama mahkûm edilip edilmediğini öğrenmeyi bekleyen kadınlardan, annelerden ve eşlerden bahsediyordu. Ahmatova, bu kadınlardan yazılarında şöyle bahsediyordu: "Hepsini isimleriyle anmak isterdim fakat listelere el konmuştu ve hiçbir yerde bulunamıyordu." Gitgide tamamlanan şiir, Ahmatova kağıtları imha etmeden önce her bölümünü ezberlediği müddetçe güvendeydi, fakat bu şekilde şiir ancak Ahmatova hayatta kaldığı sürece yaşamına devam edebilecekti. Bir şiirin yaşamına devam edebilmesi için paylaşılması, zihinden zihne taşınması gerekirdi. Ahmatova temkinlice en yakın arkadaşlarını, sadece bir düzine kadını evine çağırdı. Arkadaşları şiiri ezberleyene kadar onlara defalarca okudu. Belki de Sappho da iki bin yıl kadar önce şiirlerini kadın arkadaşlarına bu şekilde öğretiyordu. Fakat Sappho, mısralarını yazmaktan korkarak yaşamamıştı. Şiirlerinin narin kağıtlara yazılmış parçaları, çağlar boyunca dayanarak onun olağanüstü hayal gücünün ve yazının zamana karşı mukavemetinin ispatı oldu. Papirüse yazılacak dahi olsa, Rus Sappho böyle bir risk alamazdı. Şiirlerini ezberlemek zorunda kalan Ahmatova ve arkadaşları, bunu sözel kültürden gelen ses sanatçılarının becerilerine sahip olmadan başarmak zorundaydılar. Bu işin profesyonelleri, uzun anlatıları ve sanatsal yapıtları hatırlamalarına olanak sağlayacak şekilde zihinlerini eğitiyor ve yeri geldiğinde ezberlediklerini farklı biçimler alacak şekilde uyarlayabileceklerini biliyorlardı. Fakat Ahmatova, arkadaşlarının tek bir kelimeyi dahi değiştirmesini istemiyordu. Şiirlerini kâğıda yazarken her ifadenin üzerinde ihtiyatla çalıştığı için, her gerçek yazar gibi bu konuda hassasiyet bekliyordu. Arkadaşlarının Ağıt'ı tam olarak onun yazdığı şekliyle ezberlemesini istiyordu. Böylesi okuryazar bir toplumda yaşayan bir şair olarak ezbere başvurmak zorunda kalmalarındaki ironi, Ahmatova'nın gözünden kaçmadı. İçinde bulunduğu durumu "Gutenberg öncesi" olarak adlandırıyor ve alaycı bir üslupla şöyle diyordu: " 'Kahrolsun Gutenberg' sloganıyla yaşıyoruz." 1962 yılında Ahmatova, Ağıt'ı Sovyetler Birliği'ndeki basılı edebiyata dayatılan kısıtlamaları sınamaya hazırlanan genç Rus yazarlara okuyarak aktarmaya başladı. Stalin öleli birkaç yıl olmuştu ve Temizlik'in en kötü yılları geride kalmıştı. Hükümet içerisinde gerçekleşen bir iktidar mücadelesinden galibiyetle ayrılan Kruşçev, kendini Stalin'in en ölçüsüz suçlarından uzaklaştırmaya başladı. Yumuşama Dönemi olarak adlandırılan bu süreçte, nüfuzlu bir edebiyat editörü, Ahmatova adına Kruşçev'e mektup yazarak, onca yıl sessizliğe mahkûm edilen ve dışlanan şairin itibarının iade edilmesini tavsiye etmişti. Bir kez daha devletin başkanı, Rus Sappho ile ne yapacaklarına karar vermek zorunda kalıyordu. Kruşçev, Ahmatova'nın artık bir tehdit unsuru olmadığını ve Sovyet edebiyatında ufak da olsa bir yerinin olabileceğini kabul etti. On yıllar sonra ilk defa, Ahmatova tekrar yayınlanma umuduyla yazabiliyordu. Fakat bu yeni şartlar dahilinde bile, Ağıt basılıp yayınlanmak için çok riskliydi. Ahmatova, tam da bu sebepten ötürü şiirini genç Rus yazarlara ezberden aktarmayı seçmişti. Yazar Aleksandr Soljenitsin Ağıt'ı bilmiyordu, fakat Rusçada "bireysel yayıncılık" anlamına gelen samizdat kelimesi ile adlandırılan bir yayıncılık ağı vasıtası ile Ahmatova'nın başka şiirleri ile tanışmıştı. Stalin döneminde şiir üretmenin en güvenli yöntemi şiirleri ezberlemekti, fakat Stalin'in ölümünün ardından, yeraltı kişisel yayıncılığının alternatif bir yöntemi ortaya çıkmıştı. Araç olarak matbaa makineleri kullanılmıyordu. Totaliter bir rejimde bu tip araçları elde etmek zordu. Samizdat hala, Ahmatova'nın döneme verdiği isim gibi "Gutenberg öncesi" bir yöntemdi. Farklı bir mekanik enstrüman kullanılıyordu. Neredeyse 100 yıllık, görece daha ucuz ve kontrolü daha zor bir enstrüman: Daktilo. Karbon kağıdının da yardımıyla, daktilo ile bir oturuşta ona yakın kopya hazırlamak mümkündü. Bu kopyalar daha sonra okurlara dağıtılıyor, bu okurlar ellerine geçen kopyaları gizlice tekrar çoğaltarak başka okurlara ulaştırıyordu. Samizdat, Stalin'in ölümünün hemen ardından Ahmatova ve birkaç kişinin şiirleri ile başladı. Şiirler kısaydı ve Sovyet yaşamının her köşesine işlemiş korkuyu ve çaresizliği adeta sıkıştırılmış halde yansıtıyordu. Başta elle yazılmış bu kaçak şiirler, arkadaş grupları içerisinde dolaşıyordu ve bu gruplar, Ahmatova'nın 30'lu yıllarda şiirlerini fısıldadığı arkadaş çevresinden daha kalabalık değildi. Stalin'in ölümünü takip eden Yumuşama Dönemi’nde, samizdat daha cesur bir tavır kazandı. Üretilen kopyalar daha geniş çevrelere dağıtılıyor, daha fazla insan okumaya cüret gösteriyordu. Okurlar kopyaları sadece bir gün ellerinde tutuyor, bir sonraki gruba aktarmadan önceki gece tek başlarına ya da arkadaşlarıyla birlikte alelacele okuyordu. Sürecin işleyişi oldukça ilkel, zahmetli ve ulaşımı kısıtlı olsa da bu bir başlangıçtı. Kısa bir süre sonra samizdat sadece şiirle sınırlı kalmayıp denemelere, politik yazılara ve hatta özellikle yurtdışından gelen, tamamı daktilo ile ucuz kağıtlara yazılmış, kapaksız, ciltlenmemiş, hatalarla dolu ve birçok kişinin aynı anda okumasına izin verecek şekilde ayrı bölümler halinde dağıtılan romanlara dahi ev sahipliği yapmaya başladı. Samizdat ağı güçlendikçe, çoğaltma yöntemleri de gelişti. Profesyonel samizdat daktilocuları, bir yandan yeraltı yazınını desteklerken aynı zamanda bu işten gelir de elde ediyorlardı. Sovyet hükümeti günden güne büyüyen samizdat hareketinden bihaber değildi, fakat Stalin döneminin korku atmosferine dönmenin haricinde, samizdatı denetim altında tutmak zordu. Evler aranıyor, samizdat bulunduranlar genellikle 190-1 sayılı "Sovyet Hükümeti ve Sosyal Sistemine Hakaret" ya da 162 sayılı "Yasak İmalatta Bulunmak" maddelerine dayanılarak hızla cezalandırılıyordu. Fakat, yüzlerce okur ve dağıtımcı tutuklansa da samizdat asla durdurulamıyordu çünkü okunmaya değer edebiyatın tek kaynağıydı. Bir büyükannenin torununa hiçbir şekilde Tolstoy'un Savaş ve Barış'ını okutamadığına dair bir şaka ağızdan ağza dolaşıyordu. Büyükanne sonunda çaresizce, samizdata benzemesi için koca romanı yeniden daktilo ediyordu. …

Samizdat - Bölüm 1

Martin Puchner'ın kitabındani alınarak yerelleştirilen, seri halinde yayınlayacağımız bu makale; ağın bugün kullanıyor olduğumuz hali için onu özgürleştirecek benzetmenin matbaa değil, samizdat olduğunun zamansız kanıtlarındandır.
"Şiire kayıtsız kalan bir hükümetten daha kötüsü, şiire takıntılı bir hükümettir."
Önceleri, Rus şair Anna Ahmatova, şiirleri üzerinde alışılagelmiş yöntemlerle çalışıyordu. Mısralarını elle kâğıda döküyor, ardından gerekli düzeltmeleri yapıyor ve yazdıklarını sesli okuyarak, kulağa nasıl geldiğini kontrol ediyordu. Normalde, yazdıklarının temiz bir kopyasını hazırlayıp bir dergiye gönderir ya da bütünleşik bir şiir serisi hazırlayana kadar kenarda tutar, ardından bir kitap yayıncısıyla temasa geçerdi. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce, bu yöntemle hazırladığı ve çokça övgü alan birçok kitabı yayınlandı. Henüz yirmili yaşlarında Rusya'da ünlü bir şair; uzun şalları, siyah saçları ve aristokrat mirasına ihanet eden tavrı ile gözalıcı bir figür haline geldi. Paris’te, ressam Amedeo Modigliani ile tanıştı. Geleceğin kendisine başarı getireceğinden hali hazırda son derece emin olan ressam ona âşık oldu. Modigliani, sonraları eleştirmenlerin " Rus Sappho" olarak bahsedeceği genç Ahmatova'nın zarif hatlarını ve karakteristik çehresini yansıtan birçok çizim ve tablo üretti. Ahmatova, Modigliani'nin bu çizimlerinden birini saklamıştı ve odasının baş köşesinde, yatağının başucunda sergiliyordu. Fakat Paris'teki parlak günleri artık çok uzaktaydı. 1930'ların ortalarında yeni şiirini yazdığı o sıralarda, artık eserlerini yayınlama fikri aklından bile geçmiyordu. Hükümet buna izin vermiyordu. Martin Luther'in matbaanın nelere kadir olduğunu gözler önüne serişinden bu yana, otoriteler yayıncıları ve yazarları her daim kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Uzun zamandır, birçok yayıncılık girişimi için devletten izin almak gerekiyor, birer Cervantes olmaya soyunanlar kraliyet izni almak zorunda kalıyordu. Fakat hiçbir izin almadan bir İncil yayınlayan Franklin'in çok iyi bildiği gibi izinler atlatılabilir, kitaplar Marx ve Engels'in yaptığı gibi yurtdışında basılıp sansür uygulanan bölgeye gizlice sokulabilirdi. 20. yüzyılda matbaa üzerindeki kontrol sadece devletin -en azından bazı devletlerin- ulaşabildiği sınırlar dahilindeydi. Sovyetler Birliği ve Nazi Almanya’sı gibi merkezi güçle donanmış totaliter devletler, komuta ettikleri silah ve işgücünün yanı sıra vatandaşlarını denetim altında tutmak adına geniş bürokratik araçlara da bel bağlıyordu. Sayısız dosya hazırlanıyor, işleniyor ve arşivleniyordu. Yazının icadıyla birlikte 5000 yıl önce ortaya çıkan bürokrasi, herkesi etkisi altına alan bir güç haline gelmişti. Anna Ahmatova'nın hiçbir zaman herhangi bir politik harekete dahil olmamasına rağmen, polisteki dosyası 900 sayfayı bulmuştu. Devletin şiirlerini basmasına izin vermeyeceğini bilse de, bu durum Ahmatova'yı böylesi tehlikeli bir dönemde dahi yazmaktan alıkoyamadı. 1934 yılında devletin ileri gelen memurlarından birinin suikasta uğramasıyla birlikte, tutuklamalar ve idamlar her gün yaşanır olmuştu. Hiç kimse, Stalin'in olası rakiplerini, eski yoldaşlarını, muhalif düşünceleri olan herkesi ve hatta yanlış zamanda yanlış yerde bulunmaktan başka kabahati olmayanları dahi tutuklayan, Stalin'in gizli polis teşkilatının başındaki Genrikh Yagoda'nın gözünden kaçamıyordu. Yagoda ayrıca, işkence görmüş mahkumları tüm halka korku salan göstermelik duruşmalarda günahlarını itiraf etme zorluyordu. Yagoda'nın bizzat kendisi de tutuklandığında, insanları daha büyük bir korku sarmıştı: Gizli polisin başındaki adam dahi güvende değilse, kimse değildir. Hiç vakit kaybetmeden Yagoda'nın yerinde daha kötüsü, Büyük Temizlik'in en ölümcül dönemlerini yöneten Nikolai Yezhov getirildi. Bir süre sonra Yezhov da Yagoda ile aynı kaderi paylaştı. Tüm bu süreç boyunca Ahmatova, tutuklanma riskinin son derece yüksek olduğunun farkındaydı. Eski kocasının uydurma suçlamalarla idam edilişiyle birlikte, o da güvenlik güçlerinin radarına girmişti. Oğulları da tutuklanmış, salıverilmiş, tekrar tutuklanmış ve işkence görmüştü. Teşkilat, her an kapısında belirip evini arayabilir ve tek bir mısra, yanlış bir mısra, onu idam mangasının önüne atmaya yetebilirdi. Bu sebeple, şiirlerinin her bölümünü bitirir bitirmez ezberliyor, yazdığı kağıtları yakıyordu. Özellikle Ahmatova'nın tehlikeye bu denli açık olmasının sebebi, Sovyetler Birliği'nin şiirle bilhassa ilgilenen bir totaliter devlet olmasından kaynaklanıyordu. Ahmatova’nın şöhreti Rus Devrimi'nden öncesine dayanıyordu. Bu da onu, hiçbir zaman gelenekçi biri olmamasına rağmen, başka bir dönemin yazarı olarak şüpheli listesine taşıyordu. İlk eşi ve bir grup kafa dengi genç sanatçıyla birlikte, yüzyılın başlangıcında şiirde egemen olan ağır sembolist anlayıştan kurtulmayı ve yerine daha sade ve duru bir tavır geliştirmeyi amaçlayan Akmeizm adı verilen (İsimde Ahmatova’nın adından esinlenilmiş olabilir) bir akım yaratmışlardı. Devrimin en hareketli günlerinde, görece mütevazı manifestosuyla bu hareket, geçmişten topyekûn kurtulmayı arzulayan ve tiz söylemleriyle piyasayı hızla ele geçiren Fütürizm gibi daha radikal hareketler tarafından yutuldu. (Eski Akmeistler ve yeni Fütüristler arasındaki farklardan biri de kâğıt tercihiydi: Akmeistler pahalı kâğıtlar kullanırken, Fütüristler ucuz kâğıt kullanmayı tercih ediyordu.) Rus Devrimi'nin liderleri, kendi devrimlerinin de Komünist Manifesto gibi yeraltı metinleriyle hazırlandığını ve bu metnin sanat dünyasına sızarak devrimci edebiyat ve sanat akımlarına ilham kaynağı olduğunu çok iyi biliyorlardı. Rusya'nın entelektüel lideri Lev Troçki, yazdığı Edebiyat ve Devrim kitabında, henüz 30 yaşındaki Ahmatova’nın çoktan miadını doldurduğunu iddia etti. Dönemin nüfuzlu eğitim komiseri Anatoli Lunaçarski de Ahmetova'yı aynı sözlerle hedef alıyordu. 1924'te Lenin'in ölümünün ardından Stalin, Troçki'yi sürgüne zorlayarak gücünü sağlama aldı fakat Troçki'nin şiire olan tutumunu sürdürerek Anna Ahmatova'nın işlerini takibe devam etti. (Okuduğu tek şair Ahmatova değildi; gözde yazarlarından biri de Walt Whitman'dı). Stalin'in merceğinde olmak Ahmatova'nın hem lehine hem de aleyhineydi. Oğlu 1935'te tutuklandığında, Ahmatova doğrudan Stalin'e mektup yazarak oğlunun canını bağışlamasını istemişti. Hiç ummadığı şekilde, oğlu serbest bırakılmıştı. Yine de çoğunlukla, Stalin'in bu ilgisi onun yazım yeteneğini ciddi anlamda kısıtlıyordu. Anlaşılan, şiire kayıtsız kalan bir hükümetten daha kötüsü, şiire takıntılı bir hükümetti. …