All Stories

Mutlak şeffaflık ve hesap verebilirlik için blockchain tabanlı "doğrulanabilir devlet" olma zamanı

BURAK ARIKAN
Devleti denetleyenleri kim denetleyecek? Locke ve Montesquieu'den beri cevap "kuvvetler ayrılığı" olmuştur. Ancak bugün, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu devletler dahi bundan yoksun. Mutlak şeffaflık ve hesap verebilirlik için blockchain tabanlı "doğrulanabilir devlet" olma zamanı geldi. "Doğrulanabilir devlet" siyasi iradenin hukukun uygulanmasındaki ve yasa yapım sürecindeki etkisini ve hesap verebilirlik sorununu nasıl kökten çözebilir? Yazmakta olduğum bir makalenin önizlemesi adına siyasal felsefenin temel fikirleriyle başlayarak günümüze geleceğim. Toplumda, bireylerin özgürlük ve eşitlik dengesini sağlamak için (Plato, Aristo) çoğunluğun iradesi ve siyasi bilgeliğin kontrolü altında bir devlet (Machiavelli, Hobbes, Rousseau), kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü ile sağlanabilir (Locke, Montesquieu, Jefferson). Yasamayı oluşturan meclisler, kısa aralıklı seçimlerle çoğunluğun iradesine yakın tutulduğunda çoğunluğun tiranlığı etkisini gösterir. Bu tiranlık sadece kurumsal engelleme ile değil, toplum içindeki sosyal dışlanmayla da kendini gösterir (Tocqueville). Bu modern devlet düzeni fikirleri henüz ortaya atılmadan önce, 17. yüzyıldan itibaren deniz aşırı sömürgeciliğin yükselişiyle birlikte hükümdarlar, tüccarların seferlerine askeri koruma sağlamak karşılığında ortak olmuşlardır. Devletlerin, askeri gücünü sürdürmek ve savaşlarını fonlamak için borçlanma yoluna gitmeleri, sermaye sahipleri ile olan ortaklıklarını derinleştirmiş ve piyasalarla iç içe geçmelerine neden olmuştur. Üretim araçlarına sahip sermaye sınıfı ile üretimi gerçekleştiren işçi sınıfı arasındaki mücadele, ekonomik ilişkileri belirlerken siyasi elitlerle sermaye arasındaki ortaklık, devletin sürekli olarak onların etkisi altında kalmasına neden olur (Marx, Lenin). 19. yüzyıldan itibaren modern devlet, tüm aygıtlarıyla toplumun her alanına nüfuz etmeye başlar (Althusser). 1900'lerin başında erken endüstrileşen ülkelerde gayrisafi milli hasıladaki (GSMH) kamu harcamasının payı düşüktü (örn.: ABD'de %2) ve hükümetlerin düzeni korumak ve mülkiyet haklarını uygulamak gibi temel işlevlerini yerine getirmesi için yeterliydi. 1. ve 2. Dünya Savaşı sırasında savunma maliyetlerinden dolayı kamu harcamalarında dalgalanma yaşandı. 1945'ten 1980'e kadar olan dönemde, daha sistemli toplanan vergi gelirleri ve artan sosyal güvenlik giderleri kamu harcamalarını hızla artırdı. Hızla artan nüfus ve karmaşıklaşan toplum karşısında, genişleyen devlete sınırlama getirilip planlamanın serbest piyasaya bırakılması gerektiği fikri yükseldi (Hayek). Aslında serbest olduğu düşünülen piyasayı belirli garantiler sağlayarak var eden devletin kendisidir. Pazar süreçleriyle sosyal talepleri karşılayacak olan devlet arasında, planlamaya hangi tarafın hakim olacağı konusunda ise diyalektik bir ilişki vardır (Polanyi). 1980'den itibaren, özellikle Asya ülkeleri ve Çin'in ekonomik dönüşümü ile birlikte ve ABD ile İngiltere'nin öncülüğündeki neoliberalizm, ekoloji ve insan doğasının pahasına her tür değeri finansallaştırarak serbest piyasayı güçlendirdi ve devleti sınırlamaya başladı (Harvey). 2000'li yıllara gelindiğinde pek çok ülkede GSMH'deki kamu harcama oranı %40-%60 aralığına geldi. Bu dönemde GSMH önemli ölçüde arttığı için bu oranlardan ziyade mutlak artış çok daha büyüktür. Sonuç olarak pek çok ülkede devletin ekonomideki gücü devasa boyutlara ulaştı. Güçlü devletin içindeki sermaye-iktidar ortaklıkları, bir yandan yasamayı etkileyerek kendi çıkarları için hukuki imtiyazlar oluştururken diğer yandan da medyanın kontrolü ile rıza üretimi ve kamuoyu inşasına hakim olup kültürel egemenlik sağlarlar (Gramsci, Harvey, Chomsky). Sermaye-iktidar ortakları, internet sonrası dünyada bilginin serbest akışından doğan toplumsal etkileri denetim altında tutabilmek adına teknoloji firmaları ile gözetimi derinleştirme ve istihbarat/emniyet örgütlerini aşırı güçlendirme yoluna gitmiştir (Snowden). Sosyal medyada kapalı algoritmalarla düzenlenen haber akışlarının yol açtığı yankı odaları, sahte habercilik ve troll mekanizmaları sayesinde rıza üretimi ve kamuoyu kontrolü sistematik hale getirilmiştir. Sermaye-iktidar ortaklıkları bu denli iç içeyken devletin devasa gücünü denetleyenleri kim denetleyecek sorusuna "kuvvetler ayrılığı" yanıtı yeterli mi? Mafya ve oligarşi tarafından esir alınmış devletlerin yanı sıra hukukun üstün olduğu devletler de bu durumdan muaf değil. Dolayısıyla yeni bir çözüme ihtiyaç var. Mutlak şeffaflık ve hesap verebilirliği sağlamak amacıyla doğrulanabilir kayıtların müşterek kaydını tutmayı sağlayan blokzincir tabanlı bir "doğrulanabilir devlet" modeline geçişin zamanı geldi. Sadece yasama, yargı ve yürütme arasında değil, devletin her kademesinde tüm kuvvetler arasında güçler ayrılığı sağlanabilirse yöneticiler tamamen hesap verebilir hale getirilebilir. Devlet işleyişinde blokzincir kullanımı bunu sağlayabilir. Devlet kurumlarında blokzincir kullanımı, resmî işlem kayıtlarının a) değiştirilemez, b) herkes tarafından izinsiz erişilebilir, c) doğrulanabilir, yani her işlemin önceki kayıtlara dayanarak gerçekleştirilmek zorunda olduğu, kendiliğinden yaptırımı olan bir sistem sağlar. Tüm bürokratik işlemler birer akıllı sözleşme olarak kodlanır ve blokzincir ağında otomatik olarak çalıştırılır. Gelirler, harcamalar, girdiler ve çıktılar akıllı sözleşmelerle yönetilir. Bürokrasi, yasaların ve mevzuatların kendiliğinden uygulandığı açık protokollere dönüşür. Örneğin bir kamu ihalesinin farklı aşamaları, zincirleme bağlı akıllı sözleşmelerle işler. Herkese açık kodda yazana göre -katılım şartları, kazanma yöntemi, bunların yaptırımları, kurum cüzdanı, ödeme miktarı gibi- bir memurun müdahalesi olmaksızın otomatik olarak yapılır. Vergi gelirlerinin kimlerden ne oranda toplandığı ve nereye kullanıldığı gibi veriler herkese açıkken isteyen, devletin blokzincir verisini kullanarak 'kendi sayıştay yazılımını' geliştirir. Kim iktidara gelirse gelsin, devlet sistematik bir şekilde hesap verir hale gelir. Tüm gelir, harcama, girdi ve çıktıların böylesine açık olduğu bir devlet blokzincirinde vatandaşın mahremiyeti, sıfır bilgi kanıtı (zero-knowledge proof) sistemleriyle korunur. Doğrulanabilir devleti sağlayacak blokzincir gayrimerkezi ağının altyapısı, üzerinde koşan akıllı sözleşmelerin yazılması ve yönetişimi gibi konular şüphesiz yeni toplumsal sözleşmelere ve güvenlik paradigmalarına yol açacak. Bunları yayımlandığı zaman makalemde görebilirsiniz. *Bu yazı, makine okunaklı sanatçı Burak Arıkan tarafından Twitter'da yapılan bir tweet zincirindeki tweet'lerden oluşmaktadır. Free Web Turkey için kaleme alınmış bir yazı değildir.

Yaşananlara sebep olanlardan sorulacak bir hesap var

AV. EMİNE ÖZHASAR
6 Şubat tarihinde Kahramanmaraş ve Gaziantep merkezli olarak gerçekleşen depremlerin üzerinden iki hafta geçti. Şok ve üzüntü anını atlattıktan sonra depremzedelerin ilk yaptığı şey yardım istemek, uzaktakilerin ise bölgedeki yakınlarından haber alabilmek oldu.  Haberleşme, günümüzde internet servis sağlayıcıları ve GSM operatörleri aracılığıyla gerçekleşiyor. Bu, internetin hayatımızın merkezinde olduğu anlamına geliyor. Turkcell, Vodafone ve Türk Telekom gibi Türkiye'de mobil iletişimi sağlayan GSM operatörleri, yıl boyunca yaptıkları reklamlarda çekim gücünü artırdıkları ve "yüksek çekim gücü sayesinde doğudan batıya tüm Türkiye'yi kesintisiz olarak birbirine bağladıklarını" iddia ediyor. 

Dronecell, sessiz sedasız yayımdan kaldırıldı

Hatta Turkcell, 2018 yılında, olası afet durumlarında iletişimin kesilmesini engellemek için "Dronecell" adını verdiği bir teknoloji de geliştirmiş ve bunu "Her türlü doğal afet ve arama kurtarma çalışmalarına çekim gücü sağlamak üzere Turkcell'den Dronecell, Türkiye'nin teknolojisiyle Türkiye'nin hizmetinde” ifadelerinin yer aldığı bir reklam filmiyle tanıtmıştı. Film, "Hiçbir zaman kullanmamak dileğiyle” temennisiyle bitiyordu. Temennileri gerçek oldu ve Dronecell teknolojisi hiçbir zaman kullanılmadı.  Zira Dronecell, depremlerden etkilenen illerde hiçbir şekilde faaliyet göstermedi. Bu sebeple de Turkcell sert eleştirilere maruz kaldı. Dronecell teknolojisi için kendi internet sitesinde ayrı bir tanıtım sayfası da oluşturan Turkcell, bu sayfayı 6 Şubat’ta yaşanan depremlerden sonra sessiz sedasız bir şekilde yayımdan kaldırdı. Geriye dönük arşiv taraması yapıldığında, sayfanın en son 9 Şubat’ta aktif olduğu görülüyor. 10 ilin etkilendiği depremde Dronecell teknolojisi kullanılmadığı gibi GSM operatörlerinin baz istasyonları da işlevsiz kaldı. Bu işlevsizlik nedeniyle bölgeyle iletişim kurmak neredeyse imkânsız hâle geldi. Bölgedekilerle telefon görüşmesi yapılamadı, medya kuruluşları enkaz alanlarından yayın yapmakta zorlandı. Öyle ki Fox Tv sunucularından Ezgi Gözeger, depremin beşinci günü (11 Şubat Cumartesi) İstanbul’dan yaptığı yayında “Samandağ'ın köylerinde durum çok kötü ama oradaki durumu alamıyoruz. Çünkü oraya giden muhabirimize ulaşmamız çok zor. Belli ki orada cep telefonu, internet ve iletişime dair hiçbir imkân kolaylıkla erişilebilir durumda değil. Biz her türlü teknolojiyle Samandağ'a gönderdiğimiz muhabir arkadaşımızdan resmen bilgi alamadık” ifadeleriyle GSM operatörlerinin bölgedeki başarısızlığının boyutunu ortaya koydu. Bu nedenle depremzedeler, depremden etkilenip etkilenmediklerini ve ne durumda olduklarını yakınlarına bildiremedi. Hâl böyle olunca, deprem bölgesinde yaşamayanlar, oradaki yakınları hakkında endişelendi ve bilgi almak için sosyal medyaya yöneldi. Binlerce insan, deprem bölgesinde yer alan adresler paylaşıp ilgili konumdaki son durumu öğrenmeye çalıştı ve öğrendikten sonra da arama-kurtarma ekipleri ile yardım organizasyonlarına yönlendirmelerde bulundu.

Erişimi engellemek, enkaz altındakileri ölüme terk etmek demek

Sosyal medyada bu konuda yoğun bir seferberlik sürerken, depremde arama kurtarma çalışmalarında kritik eşik olan 72 saat dolmadan, 8 Şubat günü saat 16.06 itibarıyla Twitter ve Tiktok'a erişim engellendi. Gazeteci Cüneyt Özdemir, bu engellemeden yaklaşık bir saat sonra “Cumhurbaşkanlığı İletişim Ofisi, bana, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumunun (BTK) 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun'un hükümlerine dayanarak kısıtlama yaptığı bilgisini iletti” açıklamasını yaptı. Depremzedeler can derdindeyken BTK’nin Twitter’a erişimi engellemesi, “enkaz altındayım” tweet’leriyle adresini bildirip yardım çağrısında bulunan binlerce kişinin ölüme terk edilmesi demekti. Bu linkteki görselde o gün internet sansürüne dair yaşananlar adım adım anlatılıyor. 

BTK yetkilileri ve GSM operatörleri bu ölümlerin sorumlularındandır

Tekelleşmenin sorumluluğu ve sonuçları vardır, olmalıdır. Mobil iletişimi tekeline alan operatörler de bu sorumluluktan münezzeh değildir. Gerek Afet ve Acil Durum Müdahale Hizmetleri Yönetmeliği gerekse Elektronik Haberleşme Kanunu bu sorumlulukları düzenler ve operatörlere, afet halinde kesintisiz iletişimi ve afet bölgesinde yeterli kapasitede mobil ve yedek haberleşme sistemini sağlaması gerektiğini söyler.  Sermaye sahipleri yeterli alt yapıyı kurmadığı ve herhangi bir acil durum planları da olmadığı için deprem sonrasında bölgeyle iletişim kurmak imkansız hâle geldi. Böylelikle hem enkaz altındakilerin yerlerini bildirme imkânı hem de arama kurtarma çalışmalarının organize bir şekilde gerçekleşme ihtimali ortadan kalktı.  GSM şirketlerinin yetkilileri ile BTK yetkilileri, depremdeki can kayıplarının müsebbiblerindendir.  GSM şirketlerinin yetkilileri, operatörleri deprem ve sonrasında başarılı hizmet veremediği; BTK yetkilileri ise on binlerce kişinin enkaz altında olduğu, yüz binlerce kişinin depremden etkilendiği bir ortamda depremzedelerin seslerini duyurabildiği tek kanala bant daraltma uyguladığı için bu ölümlerin sorumlularındandır. BTK, enkaz altında kalanların; bant daraltma nedeniyle ailesine, AFAD'a ve arama kurtarma ekipleri ile yardım organizasyonlarına ulaşamamasına ve birçok insanın ölümüne neden olmuştur.

Sorulacak bir hesap var

"Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim" diyor, Alman gazeteci Ulrike Meinhof. Ulrike'ın öfkesini anlayıp saygı duymakla birlikte affına sığınarak, ben “öfkeli olmaktansa hesap sormayı yeğlerim” diyebilirim belki. Giden her can, tırnağı taşa değen her bir insanın müsebbibi olanların, sebep olduklarının bedelini ödemesi için hesap sormayı yeğlerim.  Muktedire biat etmesiyle meşhurların, yaşadıklarımızın faturasını asıl sorumlulara kesip hesap sormak yerine zayıf olana düşmanlıkları, karşısında kaplan kesildiği mültecilere öfke kusmaları ve “yağmacı” diye depremzedeleri sokak ortasında döverek öldürmeleri, elbette bir tercihtir. Tıpkı asıl sorumlulara hesap sormak gibi.  MLSA Hukuk Birimi, yaşadığımız afet sonrasında, yıkımın katlanmasında payı olanlar arasında yer alan BTK yetkilileri ve iletişim operatörleri hakkında suç duyurusunda bulundu.  Zira imkânı varken yapmadıklarıyla yaşananlara sebep olanlardan sorulacak bir hesap var, sorumluların vereceği bir hesap var.

Depremzedeyi susmaya ve ölmeye zorlayan karanlık: Sansür

AV. TUBA GÜNEŞ
6 Şubat'ta Kahramanmaraş ve Gaziantep’te meydana gelen depremden sonra binlerce yurttaş, sosyal medya ya da telefon aracılığıyla enkaz altından yardım çağrıları yaptı. Bölgeye devletten önce sosyal medya ulaştı ve yardım organizasyonları ile birebir görüşmelerin aksadığı yerlerde bilgi alışverişi buradan yapılabildi. Kitle iletişim kavramının hakkının verildiği çok özel günlerden geçerken 8 Şubat'ta Twitter ve TikTok'a bant daraltma uygulandı. Medyadaki sansür yetmezmiş gibi özellikle iletişim kurma ve can kurtarma için kullanılan sosyal medyaya uygulanan bant daraltma, tam olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bölgeye gittiği güne denk getirildi. Kaldı ki sosyal medyanın erişilemez kılınmasına neden olan devlet/hükümet eleştirilerinin temelinde de öncelikle yaşam ve sağlık kaygısı yatıyordu. Tepkilerin büyümesi üzerine ertesi gün Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Yardımcısı Ömer Fatih Sayan bir açıklama yaptı. Sayan, güya Twitter ile görüştüklerini ve dezenformasyona karşı Twitter yetkililerine yükümlüklerini hatırlattıklarını söyledi. Sayan’ın bu açıklamasından yaklaşık 10 dakika sonra Twitter ve TikTok’a uygulanan bant daraltma sona erdi.  Bant daraltma, deprem bölgesine giden Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati'nin tek olumsuzluk olarak sosyal medyayı işaret etmesinden sonra uygulanmıştı. Nebati’nin suçu sosyal medyaya atan açıklamasına inanmak zaten zor.  Kaldı ki bant daraltma kararının kim tarafından alındığı açıklanmamış olsa da 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu’na göre karar, Cumhurbaşkanlığı ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) tarafından alınabiliyor. Dolayısıyla bu kararın ve yarattıklarının sorumlusu belli. Koca bir gün, arama kurtarmada son kritik saatler, iletişimin ve bilgi alışverişinin devlet tarafından sansürlenmesiyle geçti.  Sansür kelimesi, Antik Roma’da sayım ve ahlak işlerinden sorumlu yargıçlara verilen isim olan “censura/censere/censor”dan geliyor. İktidarın ahlak anlayışı ve sansürle açık ettiği ahlaki değerler de ortada. Sansüre karşı mücadele, iletişim özgürlüğü, haber alma-verme hakkının ne kadar yaşamsal olduğunu ve  yaşam ve su hakkı, barınma, beslenme, sağlıklı bir çevrede yaşam hakkı ile iç içe olduğunu acı bir şekilde tecrübe ediyoruz. Zira bu süreçte birinin yaşadığına inanmak için sesini duymaya ihtiyacımız var. Bir titreşime, göremiyorsak da orada olduğunu bize herhangi bir yolla ifade etmesine ihtiyacımız var. "Sesimi duyan var mı?" sözü ile ona verilen karşılıkta, sesin geldiği ve iletildiği yere dönerek, duvarlara vurarak, görerek, duyarak, yazarak, okuyarak ya da herhangi bir biçimde kullanabildiğimiz iletişim ve ifade yeteneğimiz ortadan kalkarsa, birinin yaşadığını düşünebilmemiz zor. Öyle ki bir kişi ile iletişim kurtulamıyorsa, ölüm tehlikesi geçirdiyse, kendisinden uzun zamandır haber alınamıyorsa ve ölümü hakkında kuvvetli olasılık varsa bu kişinin gaipliğine karar verilebiliyor. Bu da birinin yaşadığını düşünmemiz için ondan haber almanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bu yüzden iletişim hakkı, bugünlerde aynı zamanda yaşam hakkı da demek. Getirilen  kısıtlamalar ve sansür, bu nedenle doğrudan yaşam hakkının ihlali anlamına geliyor.  Haklar hiyerarşisine başvurulacak olsa da bir devletin koruması gereken ilk hak, yaşam hakkıdır. Kaldı ki insan hakları normlarının en önemli ilkelerinden biri olan “bölünmezlik” ilkesi gereği de bu hakları birbirinden ayıramıyoruz.  Devlet, “dezenformasyon üretme ve yayma” palavrası ile ifade özgürlüğünü bilinmez bir üstün yarar için kısıtlıyor ve aynı anda bölünmez nitelikteki tüm hakları da ihlal ediyor. Daha da kötüsü, haklardan herhangi birini daha üstün gördüğü için de yapmıyor bunu. Yurttaşların herhangi bir hakkına öncelik vermeden, yalnızca iktidarın bekası için her birini bir kerede silip atıyor. Sonucun, beklediği gibi iktidarın bekası olmayacağını görmek için kahin olmaya da gerek yok.  Oysa devlet bugün ölümlerden kaçmadığı kadar o kâbusundan kaçıyor: Gerçekler!  Ne mi o gerçekler? Deprem bölgesine gidilmediği, geç gidildiği, yeterli müdahale edilmediği, halkın kendi yaşamı için kendisi mücadele ettiği, birbirine kendi kendine ulaştığı, enkazları elleriyle kazdığı, ölülerini kendi taşıdığı, kendi gömdüğü; gömemediği, bulamadığı, bulup nakledemediği; su, sıcak çorba, hilti, keser, vinç, kepçe bulamadığı hakkındaki gerçekler.  O meşhur söz ise devletin yarınki kâbusunu anlatıyor: Gerçeklerden kaçabilirsiniz ama sonuçlarından kaçamazsınız.

İktidarın hakikat inşasına karşı ‘Terziler’: Sivil toplum örgütlerinin Sansür Yasası karşısındaki durumu

Alışverişin, alfabenin, iplik döküntülerinin ve her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği… – Terziler GeldilerTurgut Uyar
AV. HATİCE DEMİR

Bu  makalede, iktidarın “Dezenformasyon Yasası” olarak duyurup muhalif kamuoyunun “Sansür Yasası” olarak adlandırdığı, 7418 sayılı Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) yapılan değişikliğin sivil toplum örgütlerine etkilerine ve yaratacağı risklere değineceğim. Çeşitli yasal düzenlemelerle sivil toplum örgütlerinin bastırılmaya çalışılan sesine, sansür yasası ve dezenformasyon bülteni de eklenince bu örgütlerin izleme, raporlama ve savunuculuk faaliyetlerinin ilgili ceza kanunu maddesinin kapsamına nasıl girebileceği ve olası risklerle nasıl mücadele edilebileceği noktaları bu yazının izleğini oluşturmaktadır.

7418 sayılı kanunun ne amaçladığı  çok tartışıldı. İktidarın “Dezenformasyon Yasası” olarak duyurduğu kanunun siyasi ve toplumsal muhalefet tarafından ısrarla “Sansür Yasası” olarak adlandırılmasının çeşitli sebepleri var.

Öncelikle ilgili yasa, sadece hakikatin insanlara ulaşmasını engelleme riskini taşımakla kalmıyor, “hakikatin sadece iktidar tarafından yalanlanmadığı ve gayrı meşru ilan edilmediği zamanlarda” hakikat olabileceğini, yani gerçeğin tekelinin iktidarda olduğunu da topluma dayatıyor.

Bu da yasayı yalnızca basına yönelik bir müdahale olmaktan çıkarıyor. Öyle olsa dahi tereddütsüz bir karşı çıkışı gerektirirken, yasa bu haliyle “hakikatin duyurulmasına dair derdi olan herkesi” yakından ilgilendiriyor. İktidarın hakikat inşalarına karşı toplumsal muhalefetin önemli seslerinden olan sivil toplum örgütlerinin de bu yasayla birlikte sansürün ana hedeflerinden biri olacağı, hak savunucuları tarafından kaygıyla dile getiriliyor.

Sivil toplum örgütlerinin hukuki zeminlerinin son üç yılına kısa bir bakış 

Son yıllarda yaşanan bazı gelişmeler, birçok sivil toplum örgütünü yan yana getirdi ve ortak bir tutum almaya zorladı. Bunların en yakıcısı 7262 sayılı Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun oldu. Kanunun sivil toplum örgütlerini ilgilendiren kısmı, sivil toplum kuruluşları üzerinden terörün finanse edilmesini engellemek amacıyla dernekler kanunu ve yardım toplama kanununda yapılacak değişikliklere ilişkindi. Kanun henüz taslak halindeyken insan hakları savunucuları tarafından “Sivil Toplum Susturulamaz” isimli bir internet sitesi kuruldu. 694 sivil toplum örgütü, ilgili kanun teklifinin anayasa ve bağlı olduğumuz uluslararası insan hakları sözleşmelerine aykırı olduğu beyanıyla dernekler, vakıflar ve yardım toplama ile ilgili maddelerin tekliften çıkarılmasını istedi. Ancak bu talep karşılık bulmadı ve yasa meclisten geçti.

Kanun tartışılırken, yüzlerce sivil toplum örgütü denetlendi. Af Örgütü, kanuna dair hazırladığı raporun girişinde, kanunun sivil toplum örgütleri üzerindeki etkisini “Yeni kanun, Demokles’in kılıcı gibi tepemizde sallanıyor” atfıyla özetliyordu.

Kanun hala Demoklesin kılıcı gibi tepemizde sallanadursun, Türkiye insan hakları savunucuları kapatma davaları ile iktidar ve ortağı tarafından sivil toplum örgütlerinin açıktan hedef gösterildiği yeni bir dönemece hızlıca girdi.

İktidar ‘Bitti’ deyince biter mi: Kapatma davaları 

7262 sayılı kanunun yarattığı korku ve otosansür iklimi devam ederken, Türkiye geçen yıl iki önemli dernek kapatma davasıyla sarsıldı. Bunlarda ilkinde süreç Tarlabaşı Toplumunu Destekleme Derneği’nin (Tarlabaşı Toplum Merkezi- TTM) iktidara yakın basın tarafından hedef tahtasına konması, geçmiş faaliyetlerinin sistematik ve manipülatif şekilde haberleştirilmesiyle başladı. Devamında dernek denetim geçirdi ve “yokluğun tespiti” ve “derneğin feshi” talepli iki ayrı dava açıldı. Bu davaların “derneğin feshi” talepli olanı, tüm sivil toplum örgütlerini ilgilendiren meselelerin kapatma davasına konu edilmesi nedeniyle hak savunucuları arasındaki dayanışmayı artırırken, korku tohumlarını da filizlendirdi. (Bu konudaki ayrıntılı bilgiye https://iyikivarsinttm.org adresindeki basın açıklamaları ve bilgi notlarından erişilebilir.)

TTM’ye açılan davanın etkisi sürerken bir başka kapatma davası haberi daha gündeme oturdu. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Derneği’ne (KCDP) “aileyi ve toplumu parçalamayı amaçladığı” ve “cumhurbaşkanına hakaret söylemlerinde bulunduğu” iddialarıyla kapatma davası açıldı.

Yürüttükleri faaliyetler, izleme çalışmaları ve raporlamalarla Türkiye insan hakları hareketinde çok büyük yer kaplayan bu iki derneğe açılan kapatma davaları sivil toplumun imtihanının ne başı ne sonu oldu. Göç İzleme Derneği’ne kesilen para cezaları ve dernek yöneticilerine açılan davalar, dernek yöneticilerine dönük tutuklu yargılamalar; dernek çalışmaları nedeniyle İnsan Hakları Derneği Eş Genel Başkanına açılan davalar; Rosa Kadın Derneği gibi Kürt illerinde faaliyet gösteren kadın derneklerinin çalışan ve gönüllülerine dönük gözaltılar ve yargı tacizleri, LGBTİ+ derneklerine dönük sistematikleşmiş hedef gösterme ve çarpıtmalar ve çok daha fazlası Türkiye sivil toplumunun rutin mücadele gündemlerinden bazıları… (Gelişmeleri yakından takip etmek isteyenler için sürekli güncellenen bir kaynak: https://ihsda.org/)

Sansür Yasası sivil toplum örgütlerini teğet geçer mi?

Sansür yasası, yeterince ses yükseltemezsek, sivil toplum örgütlerini susturmak için en kullanışlı enstrümanlardan biri olacak. Yasayla Türk Ceza Kanunu’na eklenen maddenin lafzı dahi hukuki öngörülebilirlikten ve belirlenebilirlikten yoksunluğu ortaya koyuyor: Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma

MADDE 217/A- (1) Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.

(2) Fail, suçu gerçek kimliğini gizleyerek veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlemesi hâlinde, birinci fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır.

Anayasal konularda Avrupa Konseyi’nin danışma organı olan ve ülkelerdeki mevzuat konusunda öneriler ortaya koyan Venedik Komisyonu tarafından yasa teklifine ilişkin sunulan görüşte yapılmak istenen değişikliklerin sivil topluma olası etki şöyle aktarılıyor:

“(TCK’ya eklenecek)…taslak hüküm ister gazeteci, ister siyasetçi, ister aktivist, ister uzman bir profesyonel, isterse de sade vatandaş olsun, her bireye uygulanabilecek niteliktedir. Ayrıca birey toplulukları, örgütler, medya kuruluşları, çevrimiçi platformlar veya diğer aracıları da kapsamaktadır.”

Ve yasa yürürlükte…

Burada bir parantez açıp Dezenformasyon Bültenleri’ni de anayım.

Yasadan hemen sonra İletişim Başkanlığı tarafından hazırlanmaya başlanan bültenler, Türkiye’nin yeni hakikat belirleyicilerinden biri oldu. Burada, bazen bir milletvekilinin attığı tweet yalanlanıyor, bazen bir tecavüz beyanının yalan olduğu dile getiriliyor, bazen de çeşitli raporlar ve istatistiklerin manipülatif olduğu beyan edilerek dezenformasyon yaydığı iddia ediliyor. Bültenlere konu iddiaları dile getiren sosyal medya kullanıcıları ya da haber siteleri de  “yalan haberi yayanlar” olarak etiketleniyor. Bu bültenlerin yakın zaman içinde savcılık iddianamelerinde dayanak olacağını öngörmek zor değil.

Yasayı incelediğimizde, ilk etapta sivil toplum örgütlerini etkilemeyeceği, zira suçun failinin ancak bir gerçek kişi olabileceği akla gelebilir. Burada, sivil toplum örgütlerinin gerçek kişilerden oluştuğu, yayımladıkları raporların, yaptıkları basın açıklamalarının, kamuoyuna duyurularının gerçek kişilerce yürütülen faaliyetler olduğunu da hatırlayalım.

A derneği, toplumsal cinsiyet eşitliğine katkı sunmak ve kadın ve LGBTİ+lara yönelik şiddetle ilgili farkındalık yürütmek amacıyla kurulmuştur. Dernek, son 5 yılda LGBTİ+lara dönük işlenen nefret suçlarını raporlayabilmek ve kendi verileriyle devletin verilerini karşılaştırabilmek için ilgili bakanlıklara bilgi edinme başvurusu yapmış fakat yanıt alamamıştır. Bunun üzerine “X Bakanlığı nefret suçu verilerini gizliyor!” başlıklı bir duyuruyu sosyal medya hesaplarından yaygınlaştırmıştır.

Yukarıdaki örnekte yer alan durumda Dezenformasyon Bültenleri’nde derneğin bu paylaşımını görmemizin imkânsız olduğunu ve dernek yöneticileri/çalışanlarına TCK 217/A’dan asla soruşturma açılamayacağını söylemek en iyi ihtimalle iyi kalplilik olacaktır. Bir derneğin yöneticilerinin ya da çalışanlarının çeşitli sebeplerden açılmış soruşturma dosyalarının olmasının, derneğin kapatılması davasına gerekçe edilebildiğini de KCDP’ye açılan davadaki gerekçelerden biliyoruz. KCDP avukatlarından Sevda Bayram, dava dosyasındaki bu durum için “Derneğin adı diğer dosyalarda geçmiyor, kişilerin adı geçiyor. Detaylı beyan olarak sunacağız. Dosyalara konu olay tarihlerinde kişiler dernek yöneticisi mi, değil mi bir inceleme yapılmadı. Emniyetin hukuka aykırı biçimde elde tuttuğu kayıtlar aykırılığa rağmen istendi. Hiçbirinde derneğin adı geçmediği belirtildi. Hiçbirinde bir suç yok” diyor.

Sonuç niyetine: Sansüre dur de

İktidarın dezenformasyonla mücadele gerekçesiyle yürüttüğü cadı avıyla, yine iktidarın sürekli dile getirdiği “Türkiye özgürlükler ve güvenlikler ülkesi” anlatısı arasındaki makas yasayla iyice açılacak. Tüm bu ceza ve kapatma tehditlerine karşı önerebileceğim bir korunma sistemi ne yazık ki yok. Çünkü yasanın hiçbir hukuki öngörülebilirliği yok. İlgili yasadan ve getirdiği cezalardan korunmanın tek yolu bütün bu “özgürlük ve güvenlik masalını” kabul etmek…

Sivil toplum örgütleri ve bünyelerindeki hak savunucularının tam da şimdi yapması gereken, iktidarın kurguladığı bu hakikat inşasına direnmek; gördüğümüzü, bildiğimizi, duyduğumuzu anlatmaktan; hakkımız olanı talep etmekten, izlemekten ve hesap sormaktan, sansüre dur demekten  vazgeçmemek! 

* Bu yazı dizisi, Almanya Federal Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu tarafından desteklenmiştir.

Sansür yasası ve STK’lerde son durum

İSRAFİL ÖZKAN
Kamuoyunda “Sansür Yasası” olarak nitelendirilen Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, 18 Ekim 2022’de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kanunun, 29'uncu maddesine göre; gerçeğe aykırı bilgiyi yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla yargılanabilecek. Hükümet, kanunu; siyasi kaygılarla hazırlanmadığı, ilgili maddede tanımlanan suçun oluşmasının güç şartlara bağlandığı, sansür niteliği taşıyan herhangi bir düzenleme içermediği ve dolayısıyla amaçlarının toplumsal fayda ve dezenformasyonla mücadele olduğu argümanlarıyla savundu. 2022 yazında görüşmelerine başlanan teklif gazeteciler, ulusal ve uluslararası basın örgütleri ve muhalif siyasi partilerin yoğun tepkisi sonrası Ekim 2022’ye ertelense de gerek teklifi hazırlayan Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) uzlaşmaz tavrı gerekse de azalan toplumsal tepkinin yarattığı fırsat sayesinde kanunlaştı. Anayasal konularda Avrupa Konseyi’nin danışma organı olan ve ülkelerdeki mevzuat konusunda öneriler ortaya koyan Venedik Komisyonu, ilgili kanuna ilişkin yayımladığı görüşte kanunun kendilerine ulaşan İngilizce çevirisinin iki farklı versiyonunun olduğunu vurguluyor. Komisyona göre Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulunda tartışılan metin kendilerine gönderilen iki versiyona göre de  farklılık gösteriyor.  Komisyon bunun kafa karışıklığı yarattığını vurguluyor. Teknik bir hata gibi görünen bu durumun yarattığı belirsizlik, aslında kanuna yönelik eleştirilerin kaynağının da bir işareti. Kanunda yer alan “Gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yaymak, ülke güvenliği ve kamu sağlığı ile ilgili gerçek dışı bilgi, halk arasında panik, korku ve endişe oluşturma kastı ve kamu barışını bozmaya elverişlilik…” şartlarının net olarak tanımlanmaması idareye, hangi ifade ve yayımların dezenformasyon suçu oluşturduğunu takdirince belirleme yetkisi vermektedir. Basın özgürlüğü üzerine çalışmalar yürüten siyaset bilimi uzmanı akademisyen Burak Bilgehan Özpek’e göre Türkiye’de siyasal otoritenin bilgi ve düşünce akışını düzenleme iddiası aşikar hale gelmiştir. Özpek’e göre yaklaşan genel seçimler öncesi Cumhur İttifakı’nın anketlerde yaşadığı oy kayıpları ile birlikte düşünüldüğünde, kanunun temel amacı, seçimler öncesinde hükümetin muhalif medya ve yurttaşlara yönelik baskısının artması. Dezenformasyon suçunun belirlenmesindeki muğlaklığın sebep olacağı sansürün yanında, 29'uncu maddede düzenlenen “üç yıla kadar hapis cezası” ise başlı başına otosansür aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Dünyanın en çok ifade özgürlüğü ihlali yaşanan ülkelerinden biri olan Türkiye’de bu kanun, sansürün ve ifade özgürlüğü ihlallerinin daha da kötüleşeceğine işaret etmektedir. Ancak kanunun yaratacağı sıkıntılar, bununla sınırlı değildir. Kanun sivil toplumda da büyük bir sansür, otosansür ve yaptırım kaygısına sebep olmuştur. Türkiye sivil toplumu, artan kutuplaşma ve otoriterleşmenin yarattığı sorunların yoğun şekilde hissedildiği alanlardan biridir. Sivil toplum kuruluşlarına yönelik artan baskıların başında toplanma ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik yoğunlaşan kısıtlamalar, toplantı ve gösterilerde yaşanan polis şiddeti; polis şiddetinin denetimsizliği ve cezasızlığı; sivil toplum kuruluşlarına yönelik idari baskı ve yıldırmalar gelmektedir.

Mali Eylem Görev Gücü tavsiyeleri ile STK’lere yönelik yeni kısıtlamalar

Sivil topluma yönelik artan baskıların sistematik hale getirilmesinin en somut örneği, 2020 yılı başında yürürlüğe giren 7262 sayılı Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun’dur. Bu kanunda sivil toplum kuruluşlarına kayyum atama yetkisi, valilere, yani İçişleri Bakanlığına verilmiş, sivil toplum kuruluşlarına uygulanan denetimler sıklaştırılmaya başlanmış, sivil toplum kuruluşu yöneticilerinin sadece soruşturma açılarak görevden alınması ve bir daha başka bir sivil toplum kuruluşuna yönetici olamaması gibi düzenlemeler getirilmiştir. Daha da kötüsü, sivil toplum kuruluşlarının mallarına el konulması da basit bir idari işlem haline getirilmiştir. OECD bünyesinde bulunan Mali Eylem Görev Gücü’nün (FATF -Financial Action Task Force) tavsiyeleri doğrultusunda çıkarılan bu kanun, terörizmin finansmanının engellenmesi ve kara para aklamaya yönelik faaliyetlerin izlenmesi için sistemler kurulmasını tavsiye etmiştir. Ancak kanun, sınırları iyi belirlenmemiş bir terörizm tanımıyla sivil toplum kuruluşlarının denetlenmesi için yeni düzenlemeler getirmiştir. FATF tavsiyelerinin önemli bir parçası olan “Siyasi Nüfuz Sahibi (Politically Exposed Persons (PEP)” kişilerin servetlerinin izlenmesine yönelik ise hiçbir düzenleme getirilmemiştir. Bu eksiklik, Türkiye’nin FATF’ın yakın gözetim altına alınan ülkelerin yer aldığı Gri Listesine girmesine neden olmuştur. Aynı zamanda kanunun amacı, terörizmin finansmanı ve kara paranın aklanmasının önlenmesine yönelik düzenlemelerin hayata geçirilmesinden ziyade sivil toplum kuruluşları üzerindeki baskıyı artırmak olarak yorumlanmıştır. Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesine göre; 7262 sayılı kanunla hayata geçirilen fazlasıyla genel ve öngörülmesi mümkün olmayan nitelikteki tedbirlerin yol açtığı tehditler, kâr amacı gütmeyen kuruluşların tedbirlere ters düşmekten endişe etmeleri nedeniyle meşru faaliyetlerini yürütmelerini kısıtlayacak derecede bir “caydırıcı etkiye” neden olduğunu ortaya koyuyor. Bu kanunun ardından sivil toplum kuruluşlarına yönelik idari denetimler artmış ve kimi dernekler yılda iki kez denetlenirken, birçok derneğe de idari para cezaları kesilmiştir. Denetimler, kadın ve LGBTİ+ dernekleri ile uluslararası hibe desteği alan derneklerin yürüttükleri çalışmalar başta olmak üzere hükümet nezdinde rahatsızlık yarattığında uygulanacak bir yaptırım aracına dönüşmüştür. 7418 sayılı Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ve 7262 sayılı kanunlar beraber düşünüldüğünde Türkiye sivil toplumunun maruz kaldığı baskının boyutlarını anlamak oldukça kolaydır. 7262 sayılı kanun, muğlak bir terörizm tanımı ve belirsiz yaptırımları ile denetimleri sivil toplum kuruluşlarına yönelik bir silaha dönüştürmüş ve sivil toplum kuruluşlarının varlıklarını tehdit eder hale gelmiştir. Sivil toplum kuruluşları çalıştıkları kişiler, yayımladıkları raporlar ya da aldıkları hibelerle terörizmi desteklemiş olma suçlamasıyla karşı karşı kalma riski altında çalışmalarını sürdürmektedir. 7418 sayılı kanun ise unsurları iyi tanımlanmamış bir dezenformasyon suçu ile sivil toplum kuruluşlarını, kendi platformları üzerinden belirttikleri fikirler ve yayımladıkları çalışmalarda yer alan veriler nedeniyle üç yıla kadar hapis istemiyle yargılanma riskiyle karşı karşıya bırakmıştır. Buraya kadar yapılan açıklamalar doğrultusunda, her iki kanunu da “ilgili alanlarda hak ve özgürlükleri koruyan ve geliştirmeye çalışan düzenlemeler” olmaktan ziyade “hukuk devleti erozyonunu hızlandıran adımlar” olarak nitelendirmek mümkündür. Her iki kanunun hazırlanma sürecinde de sivil toplumun teklif süreçlerine katılımları mümkün olmamıştır. Bu kanunlarla düzenlenen cezai yaptırımların bu denli ağır olmalarını gerektirecek nedenlere ilişkin herhangi bir veri kamuoyuyla paylaşılmamıştır. 7262 sayılı kanunun düzenlediği cezai yaptırımların ölçüsüzlüğü ve gerekli olup olmadıkları yönündeki eleştiriler, benzer şekilde Venedik Komisyonu tarafından 7418 sayılı kanuna da yönetilmiştir. Tarafsız, somut ve şeffaf veriye dayanmayan, çeşitlilik ve katılımcılığı dikkate almayan kanun yapım süreçleri ve yeteri kadar tartışılamayan torba kanunlar, olağan yasama süreçleri haline gelmiştir ve bu durum liberal demokrasi, hukukun üstünlüğü ve toplumsal barış ve uzlaşıda onarılması güç yaralar açmaya devam etmektedir. Tüm bu değerlendirmeler ve sivil toplum kuruluşlarının varlıklarını tehdit eder düzeye ulaşan bu baskılara rağmen sivil toplum kuruluşları için çalışmalara hız kesmeden devam etmekten başka çare görünmemektedir. Bu dönemde önemli bazı hususlar şunlardır:
  • Geniş ve muğlak düzenlemelere karşı iyi tanımlanmış, katılımcı ve açık veriye dayalı yasama süreçlerine vurgu yapılmaya devam edilmelidir ve kanun yapıcılar, getirdikleri düzenlemelerde ölçülü olmaya zorlanmalıdır.
  • Yaşanacak herhangi bir hak ihlali durumunda ulusal ya da uluslararası hukuki mekanizmalara başvurmaktan çekinilmemelidir.
  • Siyasi partilerle olan bağların güçlendirilmesi ve sivil toplum kuruluşlarının, kampanya süreçlerinde partilerin desteklerini alması daha da önemli hale gelmiştir.
  • Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler gibi örgütler ve iş birliği yapılan diğer uluslararası kuruluşlarla iletişimi ve iş birliğini kuvvetlendirmek, uluslararası kamuoyunun desteğinin alınmasını kolaylaştıracaktır.
  • Sivil toplum ve bağımsız medya kuruluşları arasındaki bağlar güçlendirilmeli ve yaşanacak hak ihlallerinde geniş bir kamuoyu oluşturmak üzere çabalar birleştirilmelidir.
  • Sivil toplum kuruluşu çalışanlarının tüm idari ve mali işlemlerinde özenli olması, bilgi ve belge arşivlerinin titizlikle tutulması gerekmektedir.
  • Sivil toplum kuruluşları bünyesinde hukuk departmanlarının oluşturulması ve/veya hibe ve fon kuruluşları tarafından ilgili konularda ücretsiz hukuki destek sağlanması gereklidir.
* Bu yazı dizisi, Almanya Federal Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu tarafından desteklenmiştir.

Sorun dezenformasyon değil, enformasyon

HALE GÖNÜLTAŞ
Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, 18 Ekim 2022’de Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. “Dezenformasyonla mücadele” iddiasıyla hazırlandığı söylense de iktidarın böylesi bir düzenlemeyle amaçladığı şey, kontrol etmekte zorlandığı sahalarda konuşulanları sansür marifetiyle sınırlandırmak. Nitekim itirazların merkezinde yer alan “Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” başlıklı 29. madde için yazılan gerekçede, “kontrolsüz” bir bilgi genişlemesinden şikâyet ediliyor. Bu düzenlemedeki asıl gerekçe, herhangi bir sözün, iktidarın “enformasyon”la kastettiği şeyi temsil edip edemeyeceğini belirleyecek yeni bir çerçeveye duyulan ihtiyaç.  Bu gerekçelendirmede de devletin, kasıtlı ya da taksirli dezenformasyon tehlikesine karşı “halkı koruma” işini üstlendiği bir egemenlik söylemiyle karşılaşıyoruz.

Yasanın var olmasının caydırıcı etkisi

Anayasal konularda Avrupa Konseyi’nin danışma organı olan ve ülkelerdeki mevzuat konusunda öneriler ortaya koyan Venedik Komisyonu, yasaya ilişkin görüşlerini 7 Ekim 2022’de “acil” notuyla raporladı. Raporunda, yasanın sadece var olmasından kaynaklanan caydırıcı bir etkiden bahseden komisyon, düzenlemenin tüm vatandaşları etkileyeceğini belirtti. Çünkü sansür ve otosansür yasaları, zaten konuşmakta olanları daha fazla cezalandırmaktan başka bir işleve sahip: Hiç konuşmayanları, daha büyük sopalar göstererek iyice konuşamaz hale getirmek. Bu yasalarla korku, bulaşıcı bir şey haline gelir. Sadece çevrimiçi yaşamda değil, çevrimdışı hayatta da insanların hareket kabiliyetleri kısıtlanır; örgütlenme hakkından bilgi alma hakkına kamusal vatandaş olmanın imkanlarına kast edilir, çevrimiçi hayatta insanların anonim hesap olarak kalma ve haber alma olanakları imkansız kılınır; medyanın, kamunun bekçisi olma görevi artık siyasal iktidarın basın bürosu olma konumuna itilir. Sansür ve otosansür yasası tam olarak bu işlevlerle, hiçbir şey yapmadan dahi birçok şey yapar.

Yasanın yaklaşan seçimlerle ilgisi 

Venedik Komisyonu, yasanın seçimlerle ilişkisine de değindi. Komisyon, Türkiye’de yaklaşan seçimleri de göz önünde bulundurarak siyasal tartışmanın dijital platformlardaki varlığından, siyasal tartışmalara dijital katılım hakkından da bahsetti. Komisyon, kamunun haber alma hakkının sadece dikey değil, aynı zamanda yatay olduğunu, yani dijital dünyada kullanıcıların birbirleri için birer haber kaynağı olma haklarını da vurguladı. Sadece oradan dikte edilen değil, kamusal ortamda inşa edilen yatay bir haber ağından söz etti. Ancak insanların anonim hesaplarındaki kimliklerini açıklamak zorunda bırakılacağı, sadece dikey haber alma imkanlarının, yani hükümet hangi haberin yayılmasını istiyorsa yurttaşlara o haberin aktarılacağı bir dijital dünyanın hiçbir dijital hakkı içinde barındırmayacağını biliyoruz. En ciddi tepkinin gazetecilerden gelmiş olması nedeniyle yasa değişikliğinin sadece gazetecileri hedef aldığı yanılgısı oldukça yaygın. Oysa gazeteciler zaten yıllardır zapt-u rapt altında. Elbette basın yayın organları ve gazetecilerin haber yapma olanakları kısıtlanıyor, sansür ve baskı şimdiye kadar görülmemiş ölçüde artırılıyor. Ancak sadece gazeteciler ve basın kuruluşları değil; aktivistler, hak savunucuları, politikacılar, muhalifler ve sivil toplum da sadece dezenformasyon maddesiyle değil, tüm maddeleriyle kamusal hayatın nasıl biraz daha tırpanlanacağını, devletin bunu nasıl sistematikleştireceğini, haber ve bilgi ile aramızda dikey hiyerarşiler öngörüleceğini gösteriyor.

Enformasyonun kontrol altına alınması ve devlet eliyle dezenformasyon

Siyaset bilimi ve iletişim alanında yapılan araştırmalar, dünün otoriter/totaliter liderleri ile modern zamanların otoriter/totaliter liderleri arasındaki temel farkı “Birinciler yönetmek için daha fazla şiddete yaslanırken, ikinciler iletişimi kontrol ederek bilginin manipülasyonuna dayanıyor” şeklinde açıklıyor. Otoriter/totaliter liderler, modern zamanlarda devlet eliyle sunulan enformasyon ortamını manipüle ederek ayakta kalabiliyorlar. Liderin etrafındaki iyi bilgilendirilmiş bir grup seçkinin koordinasyonuyla yürütülen manipülasyon, sansür veya dozu artırılan baskı ve şiddetle seçimlerin kazanıldığı görülüyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçen yıl Ege Bölgesindeki orman yangınları esnasında, resmi kurumların verdiği bilgiler ile sahadaki gazetecilerin aktardığı bilgilerin farkından dolayı kamuoyunda oluşan tepki nedeniyle dezenformasyona ilişkin bir kanun değişikliği yapılmasından söz etmişti. Erdoğan’ın deyimiyle “virüs medyası”ndan kamuoyuna yayılan bilgiler iktidarın verdiği bilgilerle çelişiyor ve muktedir de bu bilginin önüne geçmekte zorlanıyordu. Lakin Türkiye’de dezenformasyon değil, bir enformasyon sorunu mevcut. Devletin resmi kurumları bilgi paylaşımında şeffaf değil. İktidar, kendi için ana-akım medyayı dikensiz bir gül bahçesine çevirirken, servis ettiği bilginin “dezenformasyon” olup olmadığının sorgulanmasını engelledi. Gazeteciler, muktedirin servis ettiği haberi sorgusuz sualsiz yaymaya neden bu kadar hevesliler? Gerçeklere bu kadar mı gözlerini kapadılar? Etik kaygıları hiç mi yok? Mesleki kuralları hiç mi okumadılar? Gazeteciliğinin temelinin “gerçek” olduğu kendilerine hiç mi söylenmemiş? Gazeteciliğin önceliğinin “kamu yararı” olduğunu hiç mi bilmiyorlar? Görevlerinin “doğru bilgi” aktarmak olduğunu unuttular mı? Haberin, tüm ayakları ile yazılması gerektiğini bilmiyorlar mı? Biliyorlar ama onlar etik değerlere bağlı gazeteciler değil, birer taraftarlar. Elbette gazeteci taraflıdır ancak barıştan, güçsüzden taraftır. Hata, “güçlü”den yana taraf olmaktır. O yüzden dezenformasyondan sadece siyasiler değil, ana akım medyada kalem oynatıp sorgulamadan, dümdüz yazılanları kaleme alan gazeteciler de sorumlu. İktidar, basın ne kadar yargı ve yasalar yoluyla baskı altında olsa da alternatif medya ve onların sosyal medya üzerindeki hesaplarına olan erişimi tam anlamıyla engelleyemiyordu.

Tartışmalı 29. madde

Sansür yasasının en tartışılan maddelerinden biri, düzenleme ile Türk Ceza Kanunu’nun 217. maddesine eklenen “Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçu. Madde şöyle: MADDE 217/A: Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. Fail, suçu gerçek kimliğini gizleyerek veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlemesi halinde, birinci fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır. “Halk arasında endişe yaratacak yanıltıcı bilgi yayma” diye bir suç tanımının içine neler girer sorusunun tek bir cevabı var: Neler girmez ki! Böyle bir tanım, ne öngörülebilirlik ne de belirlilik açısından bir ceza kanun maddesinin gerektirdiği niteliğe sahip. Hangi bilgi, hangi kriterlerle doğru veya yanıltıcı kabul edilecek? Aşı tartışmalarını hatırlayalım, bundan sonra meslek örgütlerinin iktidara yönelik her eleştirisi bu kapsamda soruşturulabilecek. Nükleer santralden imara, yolsuzluk ve faili meçhullerden şiddet eylemlerine, radikal örgütlenmelerden tarikat ve cemaatlerin çocuk istismarlarına kadar hemen her konuda devletin resmi görüşüne karşı fikir ileri sürenler hapis cezasıyla karşılaşabilecek.

Gazeteciler için hayat zorlaşacak

Tüm bu tablo içerisinde doğru ve etik kurallar çerçevesinde haber yazmak isteyen gazeteciler için hayat biraz daha zorlaşacak ama dezenformasyon yerine hakikati yazmakta ısrarlı gazeteciler zaten her an baskı, şiddet ve tutuklanma riski ile karşı karşıya. Tüm bu riskleri göze alarak kalem oynatıyorlar ve sonuçlarına da hazırlıklar. Yasa ile savcıların artık “genel yayın yönetmenliği” görevini üstleneceğini söyleyebiliriz. Bir haberden rahatsız olan savcı “halkı yanıltıcı bilgi” iddiası ile soruşturma başlatabilir ama savcının hangi haberi hangi kriterlerle doğru veya yanıltıcı kabul edeceğini bilmiyor, sadece fikir yürütebiliyoruz: Yargı, siyasetten bağımsız bir karar verebilir mi? Özellikle son 10 yılda yargının siyasetten bağımsız karar verdiği gazeteci davaları oldu mu? Hafızamızı yokladığımızda örnek bir kararı anımsayamıyoruz. Yasaya göre, örneğin bir binada patlama olduğunda, olay yerine giden ilk resmi görevli patlamanın doğalgazdan kaynaklandığını söylüyorsa gazeteci bu beyanı doğru kabul edip haberi “patlama doğalgazdan kaynaklandı” diye vermek zorunda. Elbette resmi görevlinin açıklaması aktarılır ama olaydaki soru işaretleri de yanıt bulmayı beklemektedir. Gazeteci, araştırma sürecine geçer ve bu süreçte soru işareti olarak ortaya çıkan unsurları teyit ettikten sonra kamuoyuyla paylaşır. Resmi kurumlar da elbette patlamaya ilişkin araştırmasını sürdürmektedir. Keza kolluk kuvvetleri de patlamanın “bombadan kaynaklanabileceği” bulgusuna ulaşmıştır. Lakin gazeteci, devletin resmi açıklamasından önce araştırmasını kaleme alıp kamuoyu ile paylaşırsa işte o zaman “halkı yanıltıcı bilgi yayma” suçlaması ile karşı karşıya kalabilecek. İşte bu da tamı tamına gazetecilik mesleğini işlevsizleştirip meslektaşlarımız üzerinde kaygı, korku iklimi yaratmak.

Gazeteci, kaynağını söylemezse yargılanacak

Yasa artık yürürlükte. Gazeteciler artık sahadan çok, basın savcılarının kapısının önünde zaman geçirecek. Yasayla, “gerçeği aykırı bir belgeyi alenen yayma” diye bir suç ilan edildi. Gazeteci, bedeli ne olursa olsun haber kaynağını söylemez. Bu, etik ve evrensel bir kuraldır. Haber kaynağını söylemezse haberin gerçekliği de sorgulanacak, gazeteciye ağır cezai yaptırımlar uygulanacak. Fakat Türkiyeli gazeteciler hemen hemen her hükümet döneminde, yargılandıkları davalarda haber kaynaklarını söylemek için zorlandılar. Haber merkezlerinde ilk öğretilen şey, kaynağın gizli tutulmasının “gazeteciliğin namusu” olduğudur. Bizler bu mesleği; Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Metin Göktepe’den devraldık. Baskı, tutukluluk ve ekonomik zorluklar hakikatin izini süren gazetecileri bugüne kadar korkutmadı. Tüm zorluklara karşın bedel ödeyen meslektaşlarımızın izinde haberciliğimizi sürdürme kararlılığımızdan hiç geri adım atmadık. Gazeteci, yaptığı haberin doğruluğunda bundan sonra da diretmek zorunda. Verileriyle, uzmanlarıyla, kanıtlarıyla. Çünkü gazetecinin doğruyu söylediği elbete ortaya çıkacak. Toplumun yaratılmak istenen korku ve baskı iklimine teslim olmaması en büyük umudumuz. Amerikalı gazeteci yazar Walter Lipmann’ın şu sözünü her gün hatırlamakta fayda var: “Gazetecilikte gerçeği söylemek ve şeytanı utandırmaktan daha yüksek bir yasa olamaz.” * Bu yazı dizisi, Almanya Federal Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu tarafından desteklenmiştir.

Tabuta son çivi: Dezenformasyon Yasası

BÜLENT MUMAY
Türkiye’de gazetecilik, yakın tarihin hiçbir döneminde “dikensiz bir gül bahçesi”nde icra edilemedi. Ülkenin demokrasisindeki iniş çıkışlarla paralel olarak, en riskli meslek gruplarından biri olmaya devam etti. Basın özgürlüğü; darbe dönemlerinden olağanüstü hal rejimlerine, çalkantılı koalisyonlardan Erdoğan’ın tek başına iktidarındaki “ileri demokrasi”ye kadar her dönemde kısıtlamalarla karşı karşıya kaldı ancak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) son 20 yıllık iktidarında, gerek yapısal gerekse hak ve özgürlükler açısından Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşadı. 2002’ye kadar Türkiye’de ana akım medyanın sahiplik yapısı şöyle şekilleniyordu: Ya basın patronluğundan gelen iş insanları, farklı sektörlerde büyüyebilmek için iktidar üzerinde baskı kurmak amacıyla ellerindeki medyayı kullanıyorlardı ya da benzer bir güç elde etmek isteyen farklı sektörlerdeki iş insanları, medyaya girerek daha da büyümenin yollarını arıyorlardı. Yani medyalarını iktidara kullandırarak kopardıkları tavizlerle daha da zenginleşiyorlardı. Erdoğan’ın ilk yaptığı şey, medya sahipliğindeki bu düzeni bozmak oldu. Ama tamamen kendi çıkarları için tersine çevirerek… Devlet ihaleleriyle zenginleştirdiği isimlere, tamamen halkın vergilerinden oluşan paralarla medyalar kurdurup iktidar propagandası yaptırdı. Zenginleşmek isteyenler türlü yöntemlerle medyadan çekilmek zorunda bırakıldı ve saray, kendi zenginleştirdiği isimleri medya patronuna dönüştürdü. Medya sahipliğindeki bu değişim, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün (RSF) istatistiklerine göre Türkiye’deki medyanın yüzde 95’inin ya direkt ya da dolaylı olarak saraydan yönetilmesine yol açtı. Geriye kalan gazete ve televizyonlar da hukuki ve mali baskılarla cendere altına alındı. Erdoğan’ın özellikle 2013 yılındaki Gezi Parkı Direnişi’nden sonra otokratik eğilimlerinin yükselmesiyle birlikte gazeteciliğe yönelik baskılar şiddetlendi. Yüzlerce gazeteci, sadece mesleki faaliyetlerinden dolayı ya gözaltına alındı ya da tutuklandı. Basın özgürlüklerini düzenleyen veya sınırlayan yasalarda (Terörle Mücadele Yasası vb.) herhangi bir değişiklik olmamasına karşın yargının siyasallaşmasıyla birlikte gazetecilerin mesleki faaliyetleri terörle ilintilendirildi. 2016’daki başarısız darbe girişimi, Erdoğan’ın basına öfkesini daha da büyüttü. İktidarın hoşuna gitmeyen haberleri yapan gazeteciler, sabaha karşı evleri basılarak gözaltına alındı. Yüzlerce, binlerce yıllık hapis cezaları verildi. Gazetecilere yönelik bu gözdağı yetmedi, çalıştıkları kurumlara da mali bir baskı uygulandı. Eleştirel haberler, astronomik tazminatlarla cezalandırıldı. Bu gazetelerin ilan almaları çeşitli yöntemlerle engellendi ve bu da gazetelerin maddi zorluklar çekmesine yol açtı. Bu tablo, birkaç yıl öncesine kadar iktidar açısından “doyurucu” sayılabilirdi. Seçmene ulaşacak mesajları kontrol altına alabiliyor, algıları yönetmekte pek güçlük çekmiyorlardı. Kontrollerinde olmayan yüzde 5’lik basın-yayın organları da iktidar açısından önemli bir risk oluşturmuyor, hapis ve para cezalarıyla aldıkları darbeler sonucunda bu organlar ancak cılız bir etki yaratabiliyordu. Ancak iktidarın özellikle 2019’daki yerel seçimlerde aldığı ağır darbe ve akabinde ekonomik krizin etkisinin derinleşmesiyle birlikte sarayın kontrolü dışındaki mecralar, iktidar için büyük bir riske dönüştü. Bu medyalarda üretilen haberler, sosyal medyanın çarpan etkisiyle büyük kitlelere ulaştı. AKP’nin sırtını dayadığı alt ve orta sınıfların homurdanmaları, dijital medya sayesinde kar topuna dönüşmeye başladı. 2021 yılının ilk aylarında, AKP ile arası açılan organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in iktidar aleyhindeki Youtube videoları da saray rejimi için ciddi bir tehdide dönüştü. Tüm bu etmenler, iktidarın aşınmasını hızlandırdı. Anketler, 2023 seçimleri için de Erdoğan’a kesin bir zafer göstermeyince, sıra sarayın kontrolü dışındaki yüzde 5’i tamamen susturmaya geldi. Üstelik sadece gazetecileri değil, sosyal medyayı kullanan yurttaşları da kapsayacak bir şekilde… 2002’nin ilk aylarından itibaren, dezenformasyonla mücadele gerekçesiyle basın yasalarında değişiklik hazırlığı başladı. Yasa taslağının ilk maddelerinden biri, “yalan haber”in üç yıla kadar hapisle cezalandırılacağına ilişkindi. Oysa hiçbir modern demokrasi, dezenformasyonla mücadeleyi cezalarla yürütmüyor. Yayılan yanlış bilginin doğrusunu üreterek doğru kanallardan halkla buluşmasını sağlamaya çalışıyor. Böylece basın ve ifade özgürlüğünü sınırlamadan, doğru mesajı yine aynı özgürlükler çerçevesinde toplumla buluşturuyor. Batı ülkelerinde, özellikle nefret söylemiyle mücadele için çıkarılan yasalar; aralarında Türkiye’nin de bulunduğu eksik demokrasilerde antidemokratik-sansürcü düzenlemeler için meşruiyet kaynağı olarak kullanılıyor. Saray rejiminin Dezenformasyon Yasası’nı hazırladığı dönemde sıklıkla öne çıkardığı şey, “Almanya’yı örnek alıyoruz” söylemi oldu. AKP’li Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Anayasa Komisyon Başkanvekili Ali Özkaya, “Almanya’da dezenformasyon yapanlar bir ila beş yıl hapis cezasına çarptırılıyor” diyerek en büyük dezenformasyonlardan birine imza attı ve bu ifadeyle kendi hazırladıkları yasayı savundu. Oysa Almanya’daki düzenleme, dezenformasyon yapanlara değil; nefret söylemi üreten ve şiddete teşvik eden içerikleri yayanları kapsıyor. Yalan haber ve dezenformasyonla mücadele eden yasalar Türkiye’nin hukuk mevzuatında zaten yer alıyor. Türk Ceza Kanunu (TCK) ve Basın Yasası’nda ayrı ayrı suç tanımları var. Hükümetin Ekim 2022’de TBMM’den geçirdiği Dezenformasyon Yasası ise çok daha muğlak ifadelerle, iktidarın hoşnut olmadığı içeriklerin 4,5 yıla kadar hapisle cezalandırılmasının yolunu açıyor. Yasanın en kritik maddesi olan 29. madde, hem gazeteciler hem de yurttaşlar için hapis cezası öngörüyor. Bu maddeye göre, “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayanlar” bir ila üç yıl arasında hapis cezası alacak. Örneğin, Twitter’daki bir mesajı retweet edenler gibi başkasının içeriğini yeniden paylaşanlar da aynı suçu işlemiş sayılacak…  Failin; bu “suç”u anonim bir şekilde işlemesi  halinde ise cezası yüzde 50 oranında artacak ve 4,5 yıla kadar hapisle cezalandırılabilecek. “Halkı yanıltıcı bilgi”nin ne olduğuna da elbette sarayın şekillendirdiği yargı kadroları karar verecek 29. maddede, “halkı yanıltıcı bilgiyi yayan” fail şöyle tanımlanıyor: “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli bir şekilde alenen yayan kimse…” Gelin, bu yasanın işletilebileceği örneklerle devam edelim… Kovid-19 pandemisi sırasında Sağlık Bakanlığının paylaştığı verilere inanmamak, “halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak” olarak yorumlanabilir. İstiklal Caddesi’nin bombalanmasının ardından Türkiye’de sınır güvenliğini tartışmaya açmak ya da failin -devletin açıkladığının aksine- PKK’li olmama ihtimalinden söz etmek, “ülkenin iç ve dış güvenliği ile ilgili gerçeğe aykırı bilgi” sayılabilir. Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) açıkladığı enflasyon rakamlarına inanmayıp sokak enflasyonunu haberleştirmek, “kamu barışını bozmak” olarak nitelendirilebilir. Özetle, sarayın yönetimindeki kamu kurumları; tamamen siyasallaşan bürokrasisiyle gerçekleri boğabilir, gerek gazeteciler gerek toplumsal muhalefet gerekse sıradan yurttaşları “gerçek olmayan bilgileri yaydıkları” gerekçesiyle hapsedebilir. Medyayı ve yurttaşları hapisle korkutan Dezenformasyon Yasası, “basın kartı” rüşvetiyle internet sitelerini de Basın Kanunu kapsamına alıyor. Böylece, dijital medyayı da saray denetimine alıyor. İktidarı eleştiren yayımlar yapan gazete ve televizyonlarda çalışan gazetecilere basın kartı verilmediği bir dönemde, eleştirel çizgideki internet sitelerinin bu haktan yararlanamayacağını söylemek kehanet olmaz. Getirilen düzenlemeler vasıtasıyla dijital medyanın ayakta kalması pek mümkün değil. İnternet haber kuruluşları, olası cezaları devlet rahat gönderebilsin diye, açık iş yeri ve elektronik adreslerini vermek zorunda. Siteler, savcılık her an talep edebilir diye içeriklerini iki yıl saklamak zorunda kalacak. Bunu yapmayanlar ise bir milyon liradan 30 milyon liraya kadar para cezası ödeyecek. Haber siteleri, “Bu haberden zarar gördüm” diyerek savcılıklara başvuracak kişilerin göndereceği “cevap ve düzeltme hakkı”nı da yayımlamak zorunda kalacak. Ayrıca, bir habere gelen tekzip kararını 24 saat anasayfasında, tekzip metnini de bir hafta boyunca iç sayfalarda yayımda tutacak. Eski haberlere bile dava açılabilecek. Dezenformasyon Yasası sosyal medya platformlarını da çok büyük bir baskı altına alıyor. Facebook, Twitter vb. sosyal medya platformları; Türkiye’de şube açacak, içerik-etiket ve algoritmalarıyla ilgili raporları Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumuna (BTK) sunacak, mahkemelerin talep etmesi halinde sosyal medya kullanıcılarının kişisel bilgilerini paylaşmak zorunda kalacak. Bunu yerine getirmeyen sosyal medya platformlarına ise yüzde 90 oranında bant daraltma uygulanacak, yani bu platformlara erişmek güçleştirilecek. BTK’nin saray tarafından atanan başkanı, sosyal platformlarına -mahkeme kararı olmaksızın- altı aya kadar reklam yasağı uygulayabilecek. Sosyal medya platformlarının, -gerek evrensel hukuk ilkeleri gerekse bu şirketlerin ticari çıkarları gereği- kendilerini ilgilendiren bu düzenlemelerin tümüne uymaları mümkün değil. Zaten ilgili madde; tam da bu sebeple, sosyal medya şirketlerinin bu kurallara uymamaları ve seçim tarihi yaklaşırken Türkiye’de engellenmelerinin yasal zeminini oluşturmak için hazırlanmış. Kişisel verilerin güvenliği de yeni yasayla birlikte büyük bir tehlike altına giriyor. Mevcut düzenlemelere göre şebekeler üstü servis sağlayıcı, kullanıcılarla ilgili verileri ancak savcılığın talebi halinde paylaşabiliyordu. Ancak Dezenformasyon Yasası’nın 36 ve 37. maddeleri, bütün kullanıcılara ilişkin bilgilerin düzenli olarak BTK’ye iletilmesini şart koşuyor. Servis sağlayıcıları; kullanıcı sayısı, sesli arama sayısı ve süresi, görüntülü görüşme sayısı ve süresi, anlık mesaj sayısı gibi bilgileri BTK’ye bildirmek zorunda. Kime kaç adet WhatsApp mesajı attığımız da kiminle kaç dakika konuştuğumuz da yargı kararı olmaksızın otomatik olarak devlete bildirilecek. Bu bilgileri paylaşmayan şirketler, tıpkı sosyal medya platformları gibi bloke edilecek. Haziran 2023’teki seçimlere ayarlı Dezenformasyon Yasası’nın temel amacı, maddelerde öngörülen cezaları vermek gibi görünmüyor. Yasadaki cezalar, muhalefeti caydırmak ve gözdağı vermek için kullanılacak; böylece seçimlere doğru bağımsız basın yayın organları ve sosyal medya platformları felç edilecek, gerek bireylerin gerekse örgütlü muhalefetin eleştirilerini yükseltmeleri engellenecek. * Bu yazı dizisi, Almanya Federal Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu tarafından desteklenmiştir.

Dezenformasyon Yasası’nın Türkiye macerası ve Avrupa ülkeleri

ADNAN EKİNCİ
Sonunda “Dezenformasyon Yasası” diye bir bebeğimiz oldu, henüz bir buçuk aylık… Aslında “Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” gibi uzun bir adı var ama daha çok “Dezenformasyon Yasası” olarak biliniyor. Maalesef nur topu olduğunu söyleyemiyoruz, engelli doğdu. Sancılı bir doğum sürecinin ardından şu anda beşiğinde tıngır mıngır sallanıyor. Kanun, basın kartı mevzuatında yaptığı düzenlemeler ve internet gazeteciliği yapan siteleri de kapsayan yeniliklerle gazetecilere bir nevi “çekidüzen” veriyor. Basın İlan Kurumunu şekillendiriyor, sosyal ağ sağlayıcılarına yükümlülükler getiriyor, “şebekeler üstü hizmet” şeklinde yeni kavramlar üretiliyor. Kanunun çıkış noktası olan dezenformasyon konusu ise kanunun büyük şamatası içinde tek bir maddeye sıkıştırılmış halde, “benim burada ne işim var?” şaşkınlığı içinde çevresine bakınıyor. En çok da sosyal medyada gözlenen bilgi kirliliğini önlemeye ilişkin yapıldığı iddia edilen 29. madde konuşuldu. Zira diğer maddelerde kendini “zapturapt altına alma” şeklinde gösteren düzenlemeler, dezenformasyon konusuna gelince birden hapis cezası yaptırımından söz etmeye başlamıştı. Bu nedenle Türkiye’deki hukuk çevreleri ve sivil toplum kuruluşları, kanunun barındırdığı sakıncaları bangır bangır dile getirdiler.

Düzenleyiciler hariç herkes endişeli

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) İzleme Komitesi de yasanın en çok tartışılan bölümü olan “yanlış veya yanıltıcı bilgi” hakkında, anayasal konularda Avrupa Konseyi’nin danışma organı olan ve ülkelerdeki mevzuat konusunda öneriler ortaya koyan Venedik Komisyonu’ndan acil görüş talep etti. Komisyon, söz konusu taslağın yasalaşması halinde Türkiye’de ifade özgürlüğüne müdahalede bulunulmuş olacağını söyledi. Ayrıca, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası öngören yaptırımın da yasanın meşru amacı olarak gösterilen ulusal güvenlik, toplumsal sağlık ve bireylerin haklarının korunması amacıyla orantılı olmayacağını bildirdi. Sonuç olarak yasa, dile getirilen endişe ve uyarılara kulak asılmadan 18 Ekim 2020 tarihinde yürürlüğe girdi. Bebek metaforu üzerinden açıklayacak olursak, hekimlerin “Bu engelli haliyle doğarsa hayatınızı cehenneme çevirir” savıyla bebeği aldırma önerisi kabul görmedi. Ailenin uyarılarına rağmen anne, bebeği doğurdu. Bebeğin durumu şu an gayet iyi ama iki ayağı üzerinde durmaya ve yürümeye başladığında ortaya çıkacak manzara konusunda annesi hariç herkes endişeli. Oysa yasa düzenleyiciler, zorunlu bir ihtiyaçtan yola çıktıklarını söylüyorlardı. Tasarının gerekçesinde temel amacın, sahte isimler ve hesaplar tarafından üretilen dezenformasyon ve yasa dışı içerikle mücadele etmek, Türkiye vatandaşlarının çevrimiçi haklarını korumak olduğu belirtiliyordu. Bununla da kalınmayıp, taslak hazırlanırken Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık gibi ülkelerdeki düzenlemelerin incelendiğini ve uyumlu hale getirildiği söyleniyordu. AKPM, Avrupa Birliği üye devletlerine dezenformasyon, propaganda ve yalan habere karşı alınacak tedbirler konusunda önerilerde bulunmuştu. Her ne kadar küresel bir endişe haline geldiği kabul edilse de dezenformasyona karşı atılacak adımlar konusunda hassas olunması gerektiğini söyleyen Konsey, dezenformasyonun önlenmesine ilişkin üretilen çözümlerin kolayca sansüre ve içeriklerin kısıtlanmasına neden olabileceğini vurgulamıştı. Dezenformasyona yönelik en sorunlu uygulamanın ise onun “suç haline getirilmesi” olduğunu söyleyen Konsey, “Tarih, gazeteci ve insan hakları savunucuları ile muhalefeti bastırmak için hapis cezaları veren rejimlerin uygulama örnekleriyle doludur” diyerek uyarıda bulundu. Türk Ceza Kanunu’na da eklemlenen 29. madde şöyle düzenlendi: “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. Fail, suçu gerçek kimliğini gizleyerek veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlemesi hâlinde, birinci fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır.” Ne var ki, görüldüğü gibi düzenlemenin içinde yer alan kavramların hangisinin ucundan tutulup çekilse, istenilen yere götürebilecek kadar esnek ve muğlaktı.

Sadece Yunanistan’da benzer bir yasa var

Kanunun, Avrupa ülkelerinde yapılan benzer düzenlemeler incelenip onlara uyumlu hale getirildiğine ilişkin yapılan resmi açıklama da gerçek değildi. Zira Almanya, 2017 yılında, “Sosyal Ağlarda Kanun Uygulamasını İyileştirme Yasası (NetzDG)” isimli bir yasa çıkardı. Yasada, “yanlış veya yanıltıcı bilgi” yayan kişiler hakkında ceza kovuşturması yapılmasına ilişkin bir hüküm bulunmuyor. Sadece, nefret söylemi ve diğer suç teşkil eden içeriklere karşı sorumluluğu sosyal medya platformlarına yüklemekle yetinildi. Almanya’dakine benzer bir düzenleme de Fransa’da gerçekleşti. 13 Mayıs 2020’de onaylanan ve internet üzerindeki nefret içerikleriyle mücadele eden “Avia Yasası” isimli yasa, internet platformları ile arama motorlarının, yapılan uyarılardan sonra ilgili içeriği 24 saat içinde kaldırmasını düzenliyor. Buna uymayanlara, yaptırım olarak 1,2 milyon Euro’ya kadar para cezası öngörülüyor. Yasa; etnik, dinî, cinsel yönelim veya cinsiyet kimliği temelinde nefret; şiddet, hakaret veya teşvik edici içerikleri kapsıyor ve “yanlış veya yanıltıcı bilgi” yayan kişilerin cezai kovuşturmasına ilişkin herhangi bir hüküm yer almıyor. Birleşik Krallık hükümeti tarafından 2 Mayıs 2021’de yayımlanan “Çevrimiçi Güvenlik Yasası Taslağı” da çevrimiçi içerik paylaşım platformlarına ve arama motorlarına, kullanıcıları koruma yükümlülükleri getiriyor. Tasarı, sosyal medya platformlarının, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriğin sorumluluğunu üstlenmelerini düzenliyor. Tasarıda gazetecilikle ilgili içeriklere yaptırım veya ceza kovuşturması öngören bir hüküm ise bulunmuyor. Çok garip, içerik ve yaptırım açısından bizimkine en çok benzeyen düzenleme, komşu Yunanistan’da var. Onlar da ceza kanununa “Her kim kamuya açık bir şekilde veya internet aracılığıyla vatandaşlarda endişe veya korku yaratabilecek veya ulusal ekonomiye, ülkenin savunma kapasitesine veya kamu sağlığına yönelik kamu güvenini sarsabilecek yalan haberleri yayar veya yayımlarsa, üç aydan beş yıla kadar hapisle cezalandırılır” diye, özel bir madde eklemişler. Ancak bu madde, bugüne kadar Kovid-19 salgını dışındaki alanlarda hiç uygulanmamış. Görüldüğü üzere, iddia edildiği gibi yanlış veya yanıltıcı bilgiyi suç haline getirme konusunda ilham kaynağı olarak gösterilen Avrupa ülkeleri (Yunanistan hariç) hapis cezası öngörmüyor. Bunun yerine yasa dışı içerikle ilgili olarak internet platformlarına farklı yükümlülükler getirmekle yetiniliyor. Bakalım gelecek günler bizim için neler gösterecek? İstanbul Üniversitesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Adem Sözüer’in şu sözleri, geleceğe ilişkin ipuçları veriyor: “Bu yasada önemli olan suç tipinin belirsiz olmasıdır. Bir paylaşımın gerçeğe aykırı olup olmadığını kimin belirleyeceği muğlaktır. Dezenformasyon tabi ki önlenmelidir. Ancak bunun yolu ceza hukuku değildir. Başka yolları vardır. Çoğulculuktur, ifade özgürlüğünün ve eleştiri hakkının yayılmasıdır. Doğru bilgi ancak bu şekilde ortaya çıkar. Oysa bu suç tipinde, sadece ‘Bu bilgi gerçek dışıdır’ denilerek soruşturma açılmasına imkan veriliyor. Hatta tutuklamayı da getiriyor. Dolayısıyla ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü açısından, bütün sosyal ağ kullanıcıları açısından ciddi bir sorunla karşı karşıyayız.” * Bu yazı dizisi, Almanya Federal Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu tarafından desteklenmiştir.

Demedi demeyin: Dezenformasyon Yasası, AKP’lilere Silivri yolu açabilir

İktidarın; sadece gazetecilerin değil, 84 milyonun sesini kısmak için çıkardığı yasa, bumerang gibi dönüp AKP’lileri vurabilir. Başkanlık sistemindeki yüzde 51 barajının, bugünlerde Saray’ın ayağına dolaşması gibi…
BÜLENT MUMAY
Türkiye sağının, atasözüne dönüştürdüğü bir şiarı vardır: “Batının iyi yanlarını alacaksın.” Bu, toplumsal mühendisliğin en kötü ve gerçekleştirilmesi en kötü örneklerinden -hatta dilek ve temennilerinden- biridir. Herhangi bir toplumsal ya da teknolojik gelişmenin iyi ve kötü yanlarının ayrılabileceğine olan inanç, rasyonalizmin reddi gibidir. Neden-sonuç ilişkisini ortadan kaldırarak, pirincin içindeki taşları ayıklar gibi Batı’nın iyi yanlarının alınabileceğine kanaat getirilir. Kuşkusuz hayata geçirilmesi imkansızdır. Bu “Çoğulcu olalım ama azınlıkları reddedelim” olarak tezahür eder bazen. Bu yaklaşım kimi zaman da “İleri demokrasi vadedelim ama toplumsal cinsiyet eşitliğini reddedelim” şeklinde muktedirleri gökkuşağına bile savaş açan bir hale getiriyor.

Batı’nın “iyi”si bile tehlikeli artık

Bu yaklaşım AKP’nin iktidarında, sonucu aynı otoriter sokağa çıkan bambaşka bir yorum kazandı. Batı’nın özgürlüklerini değil -iyi yanlarının yerine kötülerini, yani- yasaklarını ithal etmek… Bu anlayışla “Batı’nın iyi yanlarını almak” bile Erdoğan’ın ileri demokrasisi için tehlikeli addedildi. Dünyanın en demokratik, müreffeh toplumları olan Kuzey ülkelerindeki liberal yaklaşımı değil, bu ülkelerin düzenlerinden cımbızla seçilmiş yasaklar, “Bakın bunlar Batı’da da var” denerek hayata geçirildi. Alkolizm ve buna bağlı intihar oranlarının bu ülkelerde yüksek olması dayanak gösterilerek benzer bir tehlikenin oldukça uzak olduğu Türkiye’de içki içmek şeytanlaştırıldı. Herhangi bir festivalde alkol tüketmek, açılış veya davetlerde bir kadeh şarap ikram etmek, saat 22.00’den sonra içki satın almak yasa yoluyla imkânsız hale getirildi. Tamamen ayrımcılığı, nefret söylemini ortadan kaldırmak amacıyla Batı’da çıkarılan yasalar, bizim topraklara iktidara yönelik eleştirileri engellemek üzere ithal edildi. Bu minvaldeki ilk adımlardan biri “Pornoyla mücadele ediyoruz” bahanesiyle 5651 sayılı internet yasası oldu. Mahkeme kararı olmaksızın interneti sansürlemenin kapısı açılmış oldu.

2022 model Hakikat Bakanlığı

Bu alandaki yayından kaldırma, BTK aracılığıyla internet sitelerini bloke etme gibi keyfi uygulamalar da Erdoğan iktidarı için yeterli olmadı. Özellikle 2018’de Erdoğan’ın padişah yetkileriyle donatılmış Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasının ardından, toplumsal muhalefetin görece daha özgür yapıldığı sanal aleme yönelik katı uygulamalar hayata geçirildi. Sosyal medya platformlarına yönelik düzenlemeler, internetin RTÜK’ün denetim alanına sokulması; hükümetin kontrol edemediği medyanın boğazını sıkmaya başladı. Ancak işlerin iktidar açısından daha da kötüye gitmesiyle birlikte, yine Batı’dan cımbızlanarak empoze edilmek istenen yasal düzenlemeler gündeme geldi. Nefret söylemiyle mücadele, ırkçı akımların engellenmesi için Avrupa ülkelerinde çıkarılan düzenlemeler, bu yılın başında gündeme gelen Dezenformasyon Yasası’nın kılıfı haline getirildi. TBMM’nin AKP’li Dijital Mecralar Komisyonu Başkanı Hüseyin Yayman’ın ısrarla “Almanya modelini örnek alıyoruz” diye meşrulaştırmaya çalıştığı yasal düzenleme ile sadece gazetecilerin değil yurttaşların sosyal medya paylaşımlarının da, 1984 distopyasındaki Hakikat Bakanlığı’nın denetimine tabi tutulmasının yolu döşendi. Neyin yalan, neyin gerçek, neyin dezenformasyon olduğuna iktidarın şekillendirdiği yargının karar vereceği bir yasal düzenleme hazırlandı.

Suç ve Ceza: İkisi de RTÜK’ten

Ayrımcılık ve nefret söylemini engellemek gibi bir sorumluluğu olan RTÜK’ün, LGBTİ+’lara savaş açan bir videoyu kamu spotu olarak yayımladığı iklimde, temel amacı seçimlere 8 ay kala yurttaşın en ufak bir itirazını bile hapisle cezalandıracak bir yola giriliyor. Kuşkusuz, iktidarın eski destekçilerinden biri olan ve bir dönem organize suç örgütü liderliği yapan Sedat Peker’in ifşaatları, bu yasanın hazırlanmasına ilişkin süreci hızlandırdı. 84 milyona değen yasanın Türkiye’yi açık bir cezaevine dönüştürebilecek olması, AKP ve MHP’nin içinden cılız da olsa gelen tepkilerin de katkısıyla taslağın yasalaşmasını bir süreliğine dondurdu. Ancak ekonomik krizin etkilerinin derinleşmesi, iktidara yönelik itirazların büyümesi ve en az bunlar kadar önemli olan, Sedat Peker’in yeni ifşaatlarının tedavüle girmesiyle Türkiye tarihinin en kapsamlı sansür yasası, 27. yasama döneminin son yılının 1 Ekim 2022’de açılmasıyla yeniden Meclis gündemine gelmesi bekleniyor.

Bir ihtimal daha var: İktidar değişirse…

Sokak muhalefetinin en sert biçimde bastırıldığı, geçtiğimiz günlerde hem Çağlayan hem de Kartal Adliyesi önünde Cumartesi Anneleri ve İmamoğlu davalarıyla ilgili basın açıklamalarının bile TOMA’larla engellendiği, 6’lı masanın itici gücü olan CHP’yi terörle ilintilendirmek için Mersin saldırısının bahane olarak kullanıldığı bir dönemde, “Dezenformasyon Yasası” olarak sunulan bu taslağın yasalaşmaması imkansız gibi görünüyor. Bu yasanın, AKP iktidarının kan kaybına çare olup olmayacağı büyük bir soru işareti olarak önümüzde duruyor. Ancak yasanın, olası bir iktidar değişikliğinde dokunulmazlık zırhını da yitirme ihtimali olan muktedirlere yönelik bir bumeranga dönüşmesi kaçınılmaz. “Üstü çıplak deri pantolonlular başörtülü bacımıza saldırdı”, “Dolmabahçe Camii’nde içki içtiler” gibi halkı birbirine kırdıracak tehlikeli yalanları söyleyenler de; 1987’de hizmete açılan Adnan Menderes Havalimanı’nı, 2018 yılında “Burayı biz açtık” diye sahiplenenler de; 1995’te 18’e düşürülen seçme yaşını 2022’de gençlere armağan edenler de kendilerini Silivri’de, yeni adıyla Marmara Cezaevi’nde bulabilecek.

İdare Mahkemesi, belediyenin Twitter’da bir yurttaşı engellemesini hak ihlali olarak nitelendirdi

FURKAN YAŞAR*

Zonguldak Belediye Başkanı’nın Twitter üzerinden yaptığı bir paylaşıma yönelik yorumda bulunan başvurucunun, hem Zonguldak Belediye Başkanı’nın resmi hesabından hem de Zonguldak Belediyesi’nin resmi hesabından engellenmesi, Ankara 9. İdare Mahkemesi tarafından ayrımcılık olarak nitelendirildi ve hak ihlali olduğuna karar verildi. İdare Mahkemesine giden yol 12 Nisan 2020 tarihinde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Twitter üzerinden yaptığı bir paylaşımla İçişleri Bakanlığı görevinden ayrıldığını duyurmuş; ancak daha sonrasında istifası kabul edilmeyerek göreve devam etmişti. Bu olay sonrasında Zonguldak Belediye Başkanı Ömer Selim Alan, Twitter hesabı üzerinden “REİS noktayı koydu. Durmak yok yola devam. Emrinizdeyiz Sayın Bakanım” şeklinde bir paylaşımda bulundu. Zonguldak Belediye Başkanı Alan’ın bu paylaşımı üzerine ise Dursun Küçük, “Sayın Alan, sevginizi gösterme adına bu şekilde paylaşım yapmış olduğunuz anlaşılmakta ise de merkez yönetimi temsil eden bakanın yerel yönetim üzerinde ast/üst ilişkisi olmaması sebepli ve olası bir hukuki inceleme soruşturma izni verecek kişi olması sebepli, paylaşım hatalıdır” şeklinde, ilgili paylaşıma yorumda bulundu. Bu yorum sonrasında ise Dursun Küçük, hem Zonguldak Belediye Başkanı Alan’ın Twitter hesabı üzerinden hem de Zonguldak Belediyesi’nin resmi Twitter hesabı üzerinden engellendi. Hem Zonguldak Belediye Başkanı Alan’ın hem de Zonguldak Belediyesi’nin resmi Twitter hesabı üzerinden engellenen Küçük, öncelikle CİMER’e başvuruda bulundu. Küçük’ün başvurusuna ilgili Belediye, hukukilikten uzak bir biçimde Küçük’ün “Resmi twitter hesabı olmadığı zamanlarda, duyurulara nasıl ulaşıyor idiyse aynı kanalları kullanabileceği” şeklinde cevap verdi. Ancak daha sonrasında engeli kaldırdı. Bu durumu takiben Küçük, siyasi ve felsefi görüşleri sebebiyle ayrımcılığa maruz kalarak engellenmesi nedeniyle hak ihlaline uğradığı iddiasıyla Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’na bu hak ihlalinin giderilmesi istemiyle başvuruda bulundu. Yaptığı başvuru, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu tarafından, Küçük’ün ikamet ilinin İstanbul olması nedeniyle Zonguldak Belediyesinin hizmet faaliyetleri arasında menfaat ilişkisinin bulunmaması; idareden bilgi edinme hakkında uygulamada ve mevzuatta çok çeşitli düzenlemelerin bulunması ve Küçük’ün kurumsal Twittter hesabına erişiminin tekrar sağlandığı gerekçeleriyle ayrımcılık yasağının ihlal edilmediğine karar verilerek reddedildi. Küçük, bu ret kararının iptali istemiyle Ankara 9. İdare Mahkemesinde dava yoluna başvurdu. Mahkemenin incelemesi İdare Mahkemesi önüne gelen olayda ilk olarak, Küçük’ün engellendiği Twitter hesaplarının kamusal nitelik arz edip etmediğini inceledi. İdare Mahkemesi bu incelemeyi yaparken, Belediye Kanunu’nun 14.maddesinin dördüncü fıkrasına ve 15. maddesine atıfta bulundu. Bu hükümler uyarınca da Belediyelerin Belde sakinlerinin mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla her türlü faaliyet ve girişimde bulunmakla görevli olduğunu açıkça tespit etti. Bunun üzerine Zonguldak Belediyesi’nin resmi Twitter hesabından yapılan paylaşımları inceledi ve bu hesabın mahalli müşterek ihtiyaçlarla ilgili olarak hemşehri duyurusu yapıldığı ve Belediyenin faaliyetleri konusunda yurttaşların bilgilendirildiğini tespit etti. Bu tespitler sonrasında, İdare Mahkemesi, ilgili hesabın kamusal nitelik taşıdığı ve yurttaşların kamu hizmetlerine katılmaları ve bu hizmetlerden haberdar olma aracı niteliği taşıdığı sonucuna vardı. İdare Mahkemesi, varmış olduğu bu sonuç ile birlikte Küçük’ün Belediye hesabından engellenmesini “kamusal alana katılmaktan dışlanma” olarak nitelendirdi. İdare Mahkemesi, sonrasında Zonguldak Belediye Başkanı Alan’ın hesabını inceledi; yapmış olduğu inceleme sonucu, Alan’ın Belediye Başkanı olmasının yanı sıra siyasi bir kimliğe sahip olan bir siyasetçi olduğunu tespit etti. İdare Mahkemesi ayrıca, Küçük’ün yapmış olduğu yorumun da siyasi bir ifade niteliğinde olduğuna karar verdi. Nihayetinde Mahkeme, Zonguldak Belediye Başkanlığı’nın resmi hesabından engellenmek suretiyle, Küçük’ün farklı bir muameleye tabi tutulduğunu ve dolayısı ile ayrımcılığa uğratıldığını, Küçük tarafından yapılan yorumlamanın hakaret içermediği gibi hukuka aykırı içerik de ihtiva etmediğine karar vererek Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun Küçük aleyhine verdiği ret kararının iptaline karar verdi. Mahkeme: Kamu kurumlarının vatandaşı engellemesi hak ihlalidir Küçük tarafından verilen hukuk mücadelesi, mevcut birçok kamu kurumu sosyal medya hesabını ilgilendirmektedir. Nitekim sosyal medyanın siyasi örgütlenme alanı olarak kullanılmasından itibaren, kamu kurumlarının resmi hesapları kurumsallıktan uzak bir biçimde kişisel hesaplara dönüşmüş şekildedir. Bununla birlikte kamu kurumları tarafından engellenen mevcut birçok hesap bulunmakta ve bu durum engellenen hesap sahiplerinin bilgi edinmesine engel teşkil etmektedir. Ancak, bilgi edinme hakkı, yalnızca koşulsuz destekçilere yönelik bir hak değildir. Her bireyin bilgi edinme hakkı vardır. Ayrıca, karara konu olayda gerçekleşen durumlar, mevcut olarak çoğu kamu kurumunun ve kamu kurumu idarecisinin yaklaşımını temsil etmektedir. Karara konu olay ile birlikte, Belediye Başkanına yönelik, gayet saygılı ve hukuki; ancak ulaştığı kişiyi memnun etmeyen bu yorum sonrasında Belediye Başkanı, kendi hesabından da öte Belediye’nin resmi hesabından engellemeye kadar gitmiştir. Bu durum göstermektedir ki kamu kurumları, kurum olmaktan çıkarak üst idarecilerin istedikleri gibi tasarrufta bulunabildiği kuruluşlara dönüşmüştür. Karara konu olayda bir diğer dikkat çeken husus ise siyasi kişilerin, kendilerine yönelik eleştirilere tahammülsüzlüğüdür. Oysa ifade özgürlüğü herkese yöneliktir ve bu ifadelerin her zaman olumlayıcı ifadeler olması gerekmez; ki ifade özgürlüğünün korunmasındaki temel amaç ifade alıcısı memnun olmasa dahi saygı göstermekle yükümlü olmasıdır. Bu kararla beraber en küçük ilçe belediyelerinden/kaymakamlıklardan Cumhurbaşkanlığı’na kadar geniş bir yelpazede bütün kamu kurumlarının ve kamusal kişiliklerinin sosyal medya hesaplarının kamuya ait olduğu ve yurttaşların bilgi edinme hakkı kapsamında bu hesaplardan engellenemeyeceği ortaya çıkmıştır. * Avukat.